Cumartesi

Bir babadan kızına, 14 bin kap yemek!

                        Babalarının terk ettiği kızlara


Yıllardır evliydik ve neredeyse her gün eşimizin karşı çıkmasına rağmen çocuk istiyorduk. Bizim çocuğumuzu; tenini, gözlerinin rengini, merak ettiğimiz çocuğu… Yakarışlarımız Yaradan’da karşılık buldu ki bir gün eşimiz “Hamileyim!” dedi; ilk tepkimiz, “Doğuracak mısın?” oldu. “Evet” deyince Babiş doğdu!

Hava sıcaktı, yaz olmalı; marketin otoparkına girip arabayı park ettik ve sağ kapıyı açtık. Babiş arka koltuktan ön tarafa geçti, ardından da yere atladı. Sokağa her çıktığında yaptığı gibi bütün şirinliğiyle eteğini çekiştirdi elimizi tuttu, markete girdik.

İlk yaptığı, cebinden çıkardığı alışveriş listesine bakarak raflar arasında dolaşmak ve bulduklarını market arabasına atmak oldu. O an bütün korkularımız uçup gitmişti. “Kızımız büyümüş de haberimiz olmamış, alacaklarımızı not bile etmiş,” deyip hayıflandık! Doğduğundan beri her şeyi ile ilgilenmeye çalışmış olsak da şimdi yedi yaşındaki bir kız çocuğunun bütün sorumluluğunu üstlenmeye hazırlanıyorduk. Sabah öğlen ve akşam yedirilecek içirilecek, bunlar için alışveriş yapılacaktı. Üstü başı yıkanıp paklanacak, ütülenecek; yatağı on beşte bir değiştirilecekti. Her gece Fildo ile Filsi okunacak, sabah saat 6’da uyandırılıp önüne farklı kahvaltılar konulup yedirilecek, servise bindirilecekti. Geldiğinde her gün değişik bir yemek pişirilmiş olarak karşılanacak, aç bir kurt gibi olacağından ve gelir gelmez televizyonun karşısında yerini alacağından yemek tepsisi kucağına verilecekti. Bazen “Yemek güzel olmamış, beğenmedim!” fırçası yenilecek, bazen övgü alınacak; mercimek çorbası her daim hazır tutulacak, hasta olduğunda limonlu tavuk çorbası hemen yetiştirilecekti. İlaç için eczaneye koşturulacak, en az ayda bir yeni giysiler için alışveriş merkezine götürülecek ama en önemlisi işe gidilip para kazanılacaktı! İnanmayacaksınız ama bütün bunların üstesinden geldik!

“Elimde bir resmin kalmış!”

 

Evliliğimizde on beş yılı geride bırakmıştık, kayınvalidenin evinde oturuyorduk. Yazlığımız, kapımızın önünde 60 model bir kaplumbağamız vardı. Çocuğumuzla doyasıya baba-kız muhabbeti yaşıyorduk; ancak evliliğimizde “aşk” da “sevgi” de bitmiş sonuna gelmiştik! Yapılacak bir şey yoktu, ayrıldık! Kızımızın velayetini aldık, ardından da kardeşimizin Kalamış’taki evini yeni bir “yuva” olarak hazırladık. Evimiz iki oda bir salon, bahçe katında, güzel bir evdi. Baba kız yirmi yıl yaşadık. Güzel

Günler geçirdik. İlk akşam kızımız en sevdiği divana yayıldı, taşınma heyecanının yorgunluğuyla olduğu yerde uyuya kaldı. Her zaman yaptığımız gibi kucağımıza alıp, yeni odasındaki yatağına götürdük, yanağına bir öpücük kondurduk, ardından salona gidip hıçkıra hıçkıra ağladık!

Sabah uyandığımızda aklımıza ilk gelen; “Yine gözyaşlarımın sel olup aktığı bir gecenin sabahındayım; elimde bir resim kalmış geceden, ıslanmış biraz!” sözleri oldu. Uyku sersemliğini üstümüzden atamamıştık ki, birisi “Babişşş!” diye üstümüze atladı, biraz altüst olduk güne “Merhaba!” dedik.

“Kızım yumurtanı nasıl istersin?”

Terazi burcuyuz, kararsız yani, bu yüzden başımıza gelmeyen kalmadı. Sabahları giyinemeyiz çünkü ne giyeceğimize karar veremeyiz; yemeğe gittiğimizde mönüden yemek seçemeyiz! Bir gün İstiklal Caddesi’ni baştan sona yürümüş, bir yerde karar kılıp yemek yiyememiş, sonunda kendimizi cezalandırıp kötü bir dilim pizzayla nefsimizi köreltmiştik!

Zaten Babiş’le yaşadığımız uzun yıllar boyunca kavgalarımızın en büyük nedenlerinden biri bu kararsızlığımızdı. Sabahları, “Kızım ne yersin? Kaşarlı tost yapayım mı? İstersen sucuklu da olabilir ya da sadece sucuk yapayım, ekmek de kızartayım yağına banmayı seversin! Yumurtanı nasıl istersin katı mı az pişmiş mi yoksa yağda yumurta mı olsun? Omlet de yapabilirim? Ekmek kızartayım, tereyağı sür üstüne bal dök ye; seversin diye yeni beyaz peynir de aldım. Aklıma geldi; bu kış günlerinde pekmez de yemiyorsun, üstelik doğal, vitamin deposu! Bak istersen pankek de yapabilirim?” demekten, aklımıza gelen her seçeneği sıralamaktan zavallıyı bunaltmıştık. Kahvaltı için yedireceklerimizi arttırdıkça Babiş sonunda patlar, “Babaaa önüme bir şey koy da zıkkımlanıp gideyim şimdi servis gelecek,” derdi; kapıdan yolcu eder etmez alona koşar, pencerenin perdesini aralar; servise bindiğine emin olunca, rahatlardık.

 

“Aman tanrım!”

Bir çocuğun evden gidene kadar, ana babasına verdiği en büyük eziyet, odasının toparlanma halidir. Bu işi genellikle anneler yapar. Ancak bizde o olmadığı için bu iş de bize kalmıştı. Okul için çıkınca odaya dalardık. Aman tanrım! Yere atılmış giysiler, defterler, parçalanmış kâğıtlar kitaplar; renk renk, çeşit çeşit kalem, incik boncuk, boş parfüm şişeleri, fırçalar, daha neler neler… Sanırsın ki semt pazarı! Toparlama bitince yatağın yapılma faslına geçilir, o da bitince kendimizi dışarıya atar, işe giderdik!

Otobüs durağına yürür, ilk gelene biner, vapura koşturarak yetişir; tünel, ardından metro, sonra serviste soluklanırdık. Akşam da aynı yollardan geri dönüp, kendimizi Kadıköy Çarşısı’nda bulurduk. Neredeyse her şeyin satıldığı çarşıda aklımıza ilk gelen, “Babiş akşam ne yiyecek, evde ne eksik?” olurdu.

Bir gün işverenimiz çalışma süremizi yeterli bulmuş olacak ki işimize son verdi işsiz kaldık ve her işsizin yaptığı gibi evde oturmaya başladık! İnternet hayatımıza yeni girmişti. Bu müthiş iletişim ağı o günlerde yoldaşlık etti; başında günlerce çakılı kaldık ve yeni keşfettiğimiz “blog dünyası”nda gezinip durduk. Günün birinde “babiseyemekler.blogspot.com” adında bir blog açtık. “Bir Babanın Hatıraları” başlığı altında “Babiş’e Yemekler, bir baba ile kızının günlük hay huy içinde birbirlerine pişirdikleri yemeklerin hikâyesidir. İki Babiş vardır, birlikte yaşamaktadır ikisi de birbirlerine “Babiş” demektedir. Yemekleri Büyük Babiş pişirmekte, günün birinde bunun tersine dönmesini hayal etmektedir!” diye de bir tanıtım yazısı yazdık; başladık okuyucu beklemeye… Başlarda “Hem canımız sıkılmaz hem de derdimizi kimselere anlatamıyoruz bari sosyal medya dünyasında destekçi kadınlar bulup, ‘Çocuk nasıl büyütülür, hangi yemekleri severler?’ diye sorar, tarifler alırız,” diye düşünürken hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Birçok “eski koca düşmanı” kadınla tanıştık ve hepsinin derdinin aynı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Meğer eski kocalar neler yapmış yapmaya da devam ediyorlarmış. Ne arayan varmış ne soran… Kimi kızının kimi oğlunun yıllardır babalarını göremediklerinden yakınıyordu! Telefon bile açmayan varmış! Çocuklarını analarının üstüne atıp ortadan kaybolmuşlar!

“Tanrı sizi ödüllendirmiş!”

Kızımıza yaptığımız yemekleri yazdıkça, başımızdan geçenleri anlattıkça kısa sürede blog dünyasının en popüler babası olduk. Her gün yüzlerce kadın sayfamızda yazılanları, maceralarımızı okudu, yorum bıraktı: Çok sevdim bloğunuzu ve kendimden utandım. İki yıldır evliyim ama halen mantı açmaya girişemedim. Velakin acayip gaza geldim, dur bakalım…”

 

“O kaşarlı biftek neydi öyle? Bravo size. Yemekle dikiş dikmeyi de birleştirdiniz ya! Teyellediniz mi etleri? Diyorum size, burada kaburga dolması görmem çok yakındır. Nohutlu pilavı da içine doldurup urganla dikersiniz! Valla korkuyorum sizden!”

“Erkeklerin sadece yediğini düşündüğüm bir dünyada, bu mantı yazınızı okudum ya! Daha ne isteyeyim?”

“Gülümseyerek okudum yazınızı, içime bir sıcaklık yayıldı sevgiyle ve gözyaşları ile bitirdim! Babamı ve onun küçük kızı olduğum zamanları çok özledim! Tanrı sizi onurlandırmış sanırım, kızınız olmuş!”

 

“Siz nasıl bir babasınız?”

Bizi izleyenler, yorumlar bıraktıkları gibi iletişime de geçti. İçlerini döktükten sonra da bu kez babalığımızı sorgulayıp tanıdıkları babalar ile bizi karşılaştırdı. “Siz nasıl bir babasınız, öbürlerine hiç benzemiyorsunuz!” dedi. Ne diyebilirdik ki? “Biz bizden olanın bizde kalması için çabalayan” bir babaydık; elimizden gelen de okudukları kadardı!

Babiş’e Yemekler’de güzel arkadaşlıklar edindik. Bu kitap onların ısrarıyla yazıldı. Umarız her gün merakla bekledikleri, gülümsedikleri o güzel günleri hatırlatır.

Ancak Babiş’le yaşayıp da yazdıklarımız, okuyucunun pek beğendiği yazılarımız, gün geldi evdeki huzurumuzu kaçırdı. Babiş, “Beni rezil ediyorsun!” diye söylenmeye başladı. Biz de bir süre yazmayı askıya aldık. Zaten kültürlerimiz farklıydı, hepten ayrı düştük.

Derelerinde timsahların yüzdüğü köy!

Biz kentliyiz ve kentimiz on üç bin yıllıktır. Ne peygamberler ne şairler, yazarlar müzisyenler yaşamıştır ki Orfeus’u lir çalarken betimleyen en eski mozaik kentimizde bulunmuştur. Amazonlar’ın gerçek olduğu ve burada yaşadığını Haleplibahçe’de bulunan mozaikler kanıtlamıştır! Âdem’le Havva’nın ilk buğdayı burada ektiği efsanesi bile vardır.

Babiş kızımız ise köylüdür. Kadıköylüdür! Köyü en fazla iki bin yıllıktır, pek öyle kayda değer bir tarihi yoktur! Bildiğimiz, tarih öncesinde Kurbağalıdere’de timsahların yüzdüğüdür! En önemli şahsiyeti, Eflatun’un talebelerinden Ksemokrates Kadıköylü’dür. Bir de bizim Babiş’in iki binlere yakın burada doğduğudur! Bir zamanlar onun doğduğu yere, karşı kıyıdan bakanlar, kentlerini orada kurdukları için ”Körler ülkesi” demişler. Ne ise kimlik yarıştıracak halimiz yoktu; demeye çalıştığımız o ki ev arkadaşımızla kültürlerimiz farklıydı. O bizim bütün yediklerimize burun kıvırır, ağzına koymazken; biz kendi adımıza ne bulduysak, yer içer şükrederdik. Sadece pırasayı ve kerevizi canımız çekmezdi o da huysuzluğumuzdan değil bilmediğimizden yemediğimizdendi. Şimdi kimse inanmaz, biz ilk balığı Kadıköy’de yedik! Bizim kentimizde de balık vardı, sadece yemiyorduk! Çünkü balıklarımız kutsaldı! Onları yiyeceğine, ellerimizle beslerdik, onlar da sevgilerini yanımıza kadar gelip belli eder, hatta gülümserdi! “Balık gülümser mi?” demeyin. Bir gün Urfa’ya yolunuz düşerse onları gözleyin. Yani dememiz o ki balık bizim için çok değerlidir. Ancak bu kente gelip de yerleşince ki kırk yıl oldu; baktık herkes balık yiyor. Haftada bir iki, en çok da pazarları… “Bildikleri olsa gerek, geri durmak olmaz!” deyip biz de yemeye başladık.

 

Balıkların kulağına kar suyu kaçarsa!

Yetmişlerin sonuna doğru Kadıköy’e geldiğimizde öğrenciydik. Haliyle parasızdık, satın alamadığımızdan; balıkların hangisi hangisidir bilmiyorduk! Yani suyun içinde yüzerken görmüşlüğümüz vardı da yemişliğimiz yoktu! Kadıköy Çarsı’ndan sabahları geçip vapura gittiğimizde tezgâhlara yeni çıkmış balıkların etiketlerini okuya okuya isimlerini öğrendik! Öğrenciliğimizde bazen aşırı soğuklarda kulaklarına kar suyu kaçtığından fiyatları ucuzlardı ve o gün öğrenci evimiz bayram yerine dönerdi.

Bir gün çarşıda kovalarda oynaşan istavritler gördük aklımıza öğrencilik yıllarımızda gazete kâğıdı üzerinde; taze ekmek, kuru soğanla yediklerimiz geldi. Aldık. “Babiş’e de yedirir hem de öyküsünü anlatırız,” diye heves ettik.

Eve gelince yemek masasını hazırladık, erken bir rakı koyup güzel kızımızı beklemeye başladık. Saatinde geldi ve hemen salona geçip o akşamki yiyeceğini beklemeye başladı. Yemek tepsisi içine kızarmış istavritleri çok sevdiği havuç salatasını koyup, salona, televizyon karşısındaki divana götürdük. Kısa sürede yedi, ardından da balıklar hakkındaki damak zevkini

“Ben küçük balık sevmiyorum baba ya, yine de eline sağlık!” diye belirtti. Biz de yemek masasında istavritlerle baş başa kalınca onlara şiirlerini okuduk.

 

Küçük istavrit

Küçük istavrit yiyecek bir şey sanıp,

Hızla atıldı çapariye,

Önce müthiş bir acı duydu dudağında,

Gümbür gümbür oldu yüreği,

Sonra hızla çekildi yukarıya…

Aslında hep merak etmişti,

Denizlerin üstünü,

Neye benzerdi acep gökyüzü?

Bir yanda büyük bir merak,

Bir yanda ölüm korkusu…

“Dudağı yarıklar” denir, şanslıdır onlar.

Hani görüp de gökyüzünü, insanı,

Oltadan son anda kurtulanlar…

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu,

Küçük istavrit anladı yolun sonu…

Koca denizlere sığmazdı yüreği,

Oysa şimdi yüzerken,

Küçücük yeşil leğende,

Cansız uzanıvermiş dostlarına,

Değiyordu minik yüzgeci…

İnsanlar gelip geçtiler önünden,

Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine,

Yavaşça karardı dünya,

Başı da dönüyordu.

Son bir kez düşündü derin maviyi,

Beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu…

İşte tam o anda eğilip aldım onu,

Yürüdüm deniz kenarına,

Bir öpücük kondurdum başına,

İki damla gözyaşından ibaret,

Sade bir törenle saldım denizin sularına…

Bir an öylece bakakaldı,

Sonra sevinçle dibe daldı,

Gitti, tüm kederimi söküp atarak,

Teşekkürü de ihmal etmemişti,

Birkaç değerli pulunu elime avuçlarıma bırakarak…

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme,

Sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye?

“Bir gün…” dedim,

“Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar hep bir umudum olsun diye…”

 

Dr. Serdar Sıralar

 

Balıkların Sırtını Sıvazladık!

Halimiz böyleydi, bir yandan balıklarla yarenlik ederken

bir yandan da “kırmızı- beyaz et-balık” üçlemesini kafamızda

dolaştırıp duruyorduk. Balığa çok titizleniyorduk ama gelin görün ki çocuk milleti laftan anlamaz. İster büyüsün ister büyür gibi görünsün, çocuk çocuktur. Gerçi kızları az biraz büyür ama erkekleri çocuk gelir, çocuk gider! Bizim kızımız da yavaş yavaş büyüyordu ancak zaman zaman tatsızlık çıkarmaktan da geri kalmıyordu. Önüne konan balıkları şu ya da bu şekilde yiyen çocuk bir gün, “Ben ızgara balık severim!” iddiasında bulunup üstelik bizi de pişirme tekniğini bilmemekle suçladı!

Zan altında kalmak hoş değildir. Savunma yerine kültür balığı iki çipurada karar kıldık ve aldık. Izgarayı yağlayıp, balıkların sırtlarını sıvazlayıp yatırdık. Balığın pişmesi için gözünün pörtlemesi yeterlidir ama bu kızımızı kesmez, kömüre yakın ızgara, severdi! Onun için ‘’balıklardan biri kömür olsun’’ diye bekledik; beklerken kıvırcığı altlık yapıp, az biraz domates, taze nane ve maydanozla bir salata yaptık ki; bol limon, bol zeytinyağı gezdirirsen yeterli! Ancak bu bizim salatamızdı!  Babiş’e domatessiz ve nar ekşili yapmak gerekirdi.

“Doymadımm!”

Bu arada sofra kurma görevini yine biz yerine getirip, asli işimizi sürdürdük. Bıçak, çatal, bardak yerleştirdik masaya; artık her şey tamamdı. Baba-kız afiyetle, ağız tadıyla balık yiyecek, arada dedikodu yapacak, vakit kalırsa günlük işlerden konuşacaktık. Nitekim öyle de oldu ama Babiş.; “Biliyorum yanlış ama ben balığıma limon sıkacağım,” demeseydi; bunu yapmasaydı! Yaptı. Zaten ne yapabilirdik ki? “Hiç olmazsa yanlış olduğunu biliyor,” diye kendimizi teselli ettik.

 

“Hacı ellerine sağlık!”

“Afiyet olsun kızım!”

“Doydun mu dersen, hayırrr!”

“Ee yuhh be kızım! Önce çorbayı hüplettin, ardından koca balığı midende yüzdürdün; nar ekşili kıvırcık da yan gel yat oldu! Artık bir şey yapamam, istersen kestane var!”

“Olur yerim!”

“Tamam, suya yatırayım o zaman!”

O güne kadar kestaneleri çizer, köz tavasında arkalı önlü pişirmeye çalışırdık. Bir gün okuduğumuz gazetede, yöntemimizin yanlış olduğunu öğrendik. Önce marketten kestaneyi alıyorsunuz, eve gelince poşetten çıkarmadan bir köşede bekletiyorsunuz. Taa ki, “Kestane nerde kaldıı!” denilene kadar. İyi bir kestane pişirmenin püf noktasını, yani kestaneciler gibi sıra sıra dizmenin sırrını öğrendik. Kabuklarının çabuk soyulmasının nedeni, pişirmeden kestaneleri boydan boya çizmek, bir saat suda bekletmekmiş! Sonrası ise ocağın başında “Kestane kebap, kestane kebap, yemesi sevap!” diye bağırıp, müşteriyi kestanelerin yanına çekmekmiş!

“Kereviz de nedir?”

Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş. Bizimki bir gün “Canım kereviz salatası çekiyor, yapsana!” demez mi? Kerevizi uzaktan görmüşlüğümüz vardı. Lakin elimize almışlığımız yoktu! Aldı mı bizi bir telaş! Derdimiz “Ya Babiş’e karşı rezil olursak?” telaşıydı. Gittik pazara, tezgâhlar arasında dolaştık durduk; sonunda bu önemli sebzeden, üç tane alıp eve geldik, bir hal çaresi aramaya başladık. Memleket mutfağından bildiğimiz birkaç salata vardı; biri çoban, ikincisi koruk suyuna salatalık doğranarak yapılan; bir başkası ise içine bostanda yetişen neredeyse her şeyin konulduğu bostanaydı. Kerevizler bir yanda, biz bir yanda yemek kitaplarına başvurduk ama herkes kendince bir tarif veriyordu. Kimi “Hemen limonlu suyun içine rendele,” der kimi de “Yoğurda rendele, hatta biri yanında olsun, hemen rendelediğini alıp içine atsın ki kararmasın. Kereviz çok çabuk kararır,” diyordu. Biz inisiyatif kullanıp kerevizleri yarım limonluk suya rendeledik, rengi de ak pak oldu kararmadı. Burnumuza gelen kokuyu da sevdik. Ardından yoğurt çırptık, birkaç diş sarımsak dövdük, sonra da

kerevizlerin çabuk çabuk suyunu süzüp ekledik. Sonucu merak ediyorduk ama tatmak pek içimizden gelmiyordu. Buna rağmen tattık ve bir şeylere benzetemedik. Tanımışlığımız yoktu ki nereden bilelim? Koyduk dolaba kereviz salatasını, bekliyorduk ki sahibi gelsin, hazırladığımız mantarlı bonfilenin yanında yesin. Biraz rötarlı geldi, etüde kalmış; bu arada artık ortaokullu olmuştu. Gelince sunduk tepsiyi. İlk tepkisi, “Babiş bonfileyi

ikinci kez mi ısıttın?” oldu. “Evet,” deyince de “İkincisi buysa

birincisinin tadını tahmin bile edemiyorum, ellerine sağlık…” dedi. Söz kereviz salatasından açılınca da “Biraz sulu bırakmışsın, sulanmış!” yorumunda bulundu.

 

Ar-ge çalışmalarına hız verdik!

Babiş hafta sonu ziyaretlerine gitmediğinde sabahları kahvaltıda buluşurduk. Ancak kahvaltı sofrasına aynı anda oturamıyorduk! Kızımız tatil günü biraz daha uyumak istiyordu. Biz de çay içerek onu bekliyorduk.

“Önemli olan birlikte kahvaltı edebilmekti. Kahvaltıyı hazırlar; çayı demler, peyniri zeytini çıkarır, sofrayı kurar, “hoşluk olsun” diye yeni bir şey dener, “Ar-ge çalışmalarımıza yararı olur,” diye düşünürdük. Bir sürü güzel yemek mutfak ustalarından çıkmamış mıydı? “Neden olmasın?” diyorduk. Onun için pazar sabahları erken kalkar, bu deneyleri yapar ve kızımızın gözüne bir kez daha girmek isterdik. Aslında yaptığımız kolay ve basitti. “Nasıl olsa bayat ekmek var; tereyağı, yumurta taze kaşar da var. ‘’Neden bir deney yapmayalım ki?” derdik. Tavaya önce az tereyağı, sonra ekmekleri ince doğrar, kızartır üstüne bir yumurta kırar, bir kapakla kapatıp kısık ateşte az biraz demlenmeye bırakır, indirmeden bir iki dakika önce de kenarlara biraz kalınca taze kaşar rendelerdik. Ancak geçmişti o günler. Kızımız büyümüş, büyüdükçe kendi kahvaltısını kendi eder hale gelmişti. O halinden memnundu ama bizimki de baba yüreğiydi, yatarken de sabah kalktığımızda da aklımızı ona takılı bulurduk. “Ne yiyecek ne içecek? Yine hiçbir şey yemeden, okula aç mı gidecek? Böyle de olmaz ki?” der dertlenirdik! Ancak neylersiniz ki babaların da çocukları üstündeki otoriteleri bir yere kadardır.

 

‘’Baba haline şükret!’’

Bir sabah baktık ki kızımız ayakta kahvaltı hazırlığında; “Güngelir gerekli olur,” diye dondurucuda beklettiğimiz patatesli börekleri kahvaltısına katmayı teklif ettik. “Olurr!” deyince de börekleri aşağıya indirdik. Çözülmelerini bekledik. Bu arada çay demledik, ardından da kızartma işini üstlendik. Börekler nar gibi olunca sofrada bekleyen kızımıza servis edip, günlük rutinimize döndük. Duşumuzu aldık. Pantolon gömlek giyip, mutfağa uğradık. Babiş’in tabağında tek başına duran mini minnacık bir börekle gözgöze geldik. Şaşkınlıktan ağzımızdan “Yuhhh yani!” çıktı. Babiş karnını tıka basa doldurmuş haliyle oldukça sakindi ve sakin sakin de yanıt verdi.

“Baba, ya anoreksiya olan bir kızın olsaydı? Şükret!” dedi.

 

“Ay sen mantı mı açtın?”

Sonbahar gelmişti sonunda, rüzgâr sağda solda geziniyordu. Bazen de güneşle bir olup yakıp yıkıyordu ortalığı! Aslında bize bir zararı yoktu hatta seviniyorduk tekrar geldiğine; sayesinde yazlık yemekleri kaldırmaya başladık, artık soframızda kışlıklar boy göstermeye başladı. Mercimek çorbası karıştırıyorduk, nohutlu bulgur pilavı yapıp içine gizli gizli domates ekliyorduk. Börekleri çörekleri düşünür olmuştuk; mantı açmaya bile heveslendik! Hatta “Babiş’e sürpriz olur,” diye bir gün de yaptık. Gerçi tarif almadığımızdan aklımıza uyup “Üstesinden geliriz,” dediğimizden az biraz sıkıntı çektik. Bir türlü hamur simetrisini tutturamadık. Bir şeridi dar, birini

uzun kestik; kıyma kiminin üzerinde çok, kiminin üzerinde minnacık durdu. Tezgâh başında birkaç saat ayakta dikilmek, pek belimize yaramadı ancak sonunda mantı kapamayı öğrenip bu işten de yüzümüzün akıyla çıktığımıza inandık. Gerçi mantımızın kırkı bir kaşığa sığmazdı ama “Hiç olmazsa artık kızımıza hazır mantı yerine kendi yerli malı mantımızı yedireceğiz,” diye

gururlandık! Sonunda Babiş okuldan geldi. Selam sabahtan sonra tabii ki akşamın mönüsünü sordu:

“Yemekte ne var? Karnım çook aççç!”

“Mantı yaptım kızım!”

“Ay sen mantı mı açtın?”

“Valla denedim, dur bakalım!”

Babiş başka ses etmedi, bekledi ki sofra hazır olsun. Biz ise

hızımızı alamadığımızdan iki seçenek birden sunduk. “Fırın

mı olsun yoksa suda mı haşlayayım?” dedik ve “Fırın olsun!” yanıtını aldık.

“Yaşlanıyorsun!”

Fırını en son ayara getirdik, tepsiyi az biraz yağladık, mantıları serip bekledik ki kıtır olsunlar. Bu arada bir başka hazırlığa giriştik. “Babiş mantıyı sarımsaklı sever,” diye iki sarımsağı havanda ezip, çırptığımız yoğurda ekledik, beklediler bir yanda; bir de küçük bir tavada tereyağı eritip, az biraz salçayla sulandırdık.

Bu arada evin köpeğinin çişi ve kakası geldiğinden, bu görev de her zaman bizim olduğundan, onu alıp parka çıktık, uzun uzun dolaştırdık, çişini yaptırdık, kakasını topladık! Arada bizim gibi çocuğunun gazına gelip, yeni köpek sahibi olmuş hanımlarla tanıştık, sohbet ettik eve döndük.

Huyumuzdur her yaptığımız yemekten sonra yorum alırız.

Yine öyle yaptık Babiş’e; “Mantı nasıl olmuş?” diye sorduk.

“Skandal, yarısını ancak yiyebildim! Casita’da nasıl yapıyorlarsa

kıtır bırakıyorlar!” dedi.

Bu laflar o güne kadar aldığımız en ağır yorumdu. Kalbimiz kırıldı. Kızımıza gücendik ama işi pişkinliğe vurup mantının neden “skandal” boyutta olduğunu öğrenmeye çalıştık. Özetle dedi ki: Yaptığımız mantı bize yakışmamış! Yoksa biz o güne kadar öyle yemekler yapmışız ki tadından yenmezmiş, son olarak öldürücü darbeyi de vurup konuyu kapattı: “Yaşlanıyorsun!”

 

“Aslan parçası” oyuncaklarla büyür!

Meraklılar yeri geldiğinde ana babalara, “kız mı isterdin, oğlan mı?” diye sorar. Zor bir sorudur ve istek başka, kucağınıza aldığınız başkadır! Kapısında heyecanla beklediğiniz doğum odası açılır doktorunuz, “Bir oğlunuz oldu, nur topu gibi maşallah, Allah bağışlasın…” der. Artık hayal kurabilirsiniz “İlk oyuncağı ne olsun?” Baba oğluna ne alır ki? Fazla kafa

yormaya gerek yoktur. Takımının forması, kaşkolü, hayalindeki arabanın oyuncak olanı, top, tüfek, tabanca! Sizin “aslan parçası” bu bir sürü oyuncak arasında büyür, fazla büyüdüğüne kanaat getirdiğinizde ilk bilgisayarını alırsınız; arkadaşları Cenk’i Berk’i eve çağırır, araba yarıştırır ya da top oynar! Arada onunla muhabbet bile eder, “Naber lan ayı!” diye hal hatır sorar, sevgi gösterisinde bulunmak için kıçına tekmeyi basar, yakaladığınızda da alt üst olur, boğuşursunuz. Kimi hafta sonları, formaları giyer kaşkolleri boynunuza dolar, “Oğlan üşümesin!” diye beresini kulaklarına kadar çeker maça götürür, karşı takıma beraber küfredersiniz!

 

“Ulan bu eşek ne zaman adam olacak?”

Sonunda ona “erkek” olmayı öğretmenin yollarını “eksiksiz” yerine getirdiğinize kanaat getirip, en can alıcı soruyu sorar, “Kızlarla aran nasıl, var mı bi şeyler lan?” der, kem kümle ağzından çıkanları can kulağıyla dinler, dinlerken de ölüp ölüp dirilirsiniz! Bu ta ki bir kızla çıkana kadar sürer. Çıkmadı diyelim, vesveseden sizin canınız çıkar. Bir de “Ulan bu eşek oğlu

eşek ne zaman adam olup büyüyecek de baba oğul karşılıklı rakı içeceğiz?” derdine düşersiniz. Bir erkek için oğlan çocuğu babası olmak, gurur kaynağıdır; boşuna mı erkek adamın erkek evladı olur demişler.

Peki, tersi oldu diyelim. “Bir kızın oldu, çok güzel maşallah,” dediler! Hiç düşünmüş müydünüz kız babası olacağınızı? Biz düşünmemiştik.

Bir şubat günü doğum odasının kapısında merakla beklerken, “Kız mı olacak, erkek mi?” soruları ilk kez bize kendini hatırlattı ve bir ciyaklama sesi duyduk! “Kız bu!” dedik ve kapı açıldı doktorumuz “Bir kızınız oldu!” dedi. O günden sonra da kız babası olmanın ne demek olduğunu öğrendik!

 

“Snake oil nedir bilir misiniz?”

Yoksa nereden bilecektik her gülücüğün, her öpücüğün; her

“Babacım babacım!” demelerin ayrı ayrı anlamı ve mesajları

olduğunu? Parktaki her kedi köpeğin ve de oğlan çocuğunun

sevilmesi gerektiğini, gülücükler gönderilmesinin anlamını

nereden bilecektik? Her görülen renk ve biçimdeki saç tokasının

alınması gerektiğini nereden bilecektik? Her güne her duruma ve

de her duygu yüküne karşı giysiler gerektiğini nereden bilecektik?

Üç gün aç biilaç gezilip bir gün doymak bilmez yenilmesini, üstelik yenilirken fındık fıstığın ve de çikolatanın abartıldığını ama sonra da “Yüzümü sivilceler bastı, beni doktora götür!” yakarışlarına neden olarak yenilenlerin gösterilemeyeceğini nereden bilecektik? “Deniz mineralleri içerir yağ içermez” “Hassas ciltlere yönelik kayısı özlü peeling” ne demek; ya da

“sugar scrub manicure peeling” ne işe yarar, nereden bilecektik? Hele hele Tanrı’nın bahşettiği lepiska saçlara “tatlı bademyağı”, “snake oil (yılan yağı)”, “papatya suyu”, “içten dıştan ikili onarım, kırılma karşıtı, kuru, yıpranmış veya kırılan saçlar için” hem bilmem ne firmasının hem de bilmem ne firmasının “yeni sıvılaştırılmış ipek içeren” sıvı ipek teknolojisi ile üretilen ürünün ne olduğunu nereden bilecek; bütün bunlar varken bir de yeni “yüzde yüze kadar daha az saç kırılması ve yüzde doksan beşe kadar daha az çatallaşma” vaat eden bir başka ürüne de gerek olduğunu, nereden bilecektik? Hiç bilmez, anlayamaz ancak uzaktan uzaktan seyreder, gülümser; gün gelir aktar aktar dolaşıp “çakma olmayan papatya” ararsınız! Ancak bütün bunlara karşın öyle bir gün gelir ki, evdeki zeytinyağının durmadan azaldığına bir türlü anlam veremezsiniz!

Biz bunların hepsini yaşadık. İyi bir deneyimdi ve yirmi yılımıza mal oldu! Artık gözü kapalı bir kız çocuğu büyütebiliriz.

Baba kız aylardır stres altındaydık. Okula git gel, dershaneye git; ondan gel bu sefer de evde çalış, çalış babam çalış! Dur durak yoktu Babiş’e. Çünkü sınavlara hazırlanıyordu.

 

“Babaaa ben sınav sabahı ne yiycem?”

Aklınıza “Zıkkımın kökünü!” demek geliyor değil mi? Diyemezsiniz!

Çünkü siz sorumlu bir babasınız, “zıkkım” yerine “Ne yemek istersin kızım?” demelisiniz.

Biz de öyle yaptık zaten, onun adına bize fenalık gelmişti de çaktırmamaya çalışıyorduk. Sonunda son haftaya gelindi gelinmesine ama hiç beklemediğimiz sürprizlerle karşılaştık;

sorun her zamanki gibi yine yemekti.

“Babaaa!”

“Ne var kızım?”

“Sınav akşamı ben ne yiycem?”

“………”

“Babaaa!”

“Ne var kızım?”

“Sana söylüyorum duymuyor musun?”

“Duyuyorum!”

“Eee niye cevap vermiyorsun?’’

“Kızım ne istersen onu ye!”

“Hafif şeyler yemek istiyorum!”

“Peki…”

“Babaaa!”

“Ne var kızım?”

“Sınav sabahı kahvaltıda ne yiycemm?”

“Zakkum diye bir bitki var. Onun kökünü ye diyecem ama

sen tadını bilmediğin şeyleri yemezsin ki?”

“Babaa!”

“Ne var kızımm, ne istiyorsun?”

“Kepekli ekmek, beyaz peynir, kaşar, yumurta ama üstü iyi

pişsin; bir de ceviz, bal ve de dut pekmezi istiyorum.”

“Kızım dut pekmezini sen hiç ağzına koymadın ki!”

“Hayır yiycemm!”

“Peki!”

“En iyisi tamirci ol”

Bu diyaloglar birkaç gün sürdü, bazı detaylar daha da kesinleştirildi;

Eklemeler çıkarmalar oldu ve sonunda sınav sabahı geldi çattı.

Baba kız aynı anda, sabahın köründe yataklardan fırladık ki Babiş’in akıllı telefonu saatleri bir saat ileriye alıp, kendisini gereksiz yere uyandırmış! Ancak telefona “fırça” atılamayacağına göre bir sorumlu bulundu!

 

“Baba, gürültü etme biraz daha uyuycam.”

“Peki kızım, sen uyu ben kahvaltıyı hazırlayayım.”

Büyük özen gösterip hazırlıklara başladık; en güzel sofra takımlarımızı çıkarttık, peynir kestik, ekmek kızarttık, cevizdi kaşardı ne istendiyse eksiksiz masaya koyduk. Her şeyi hazır, tamam ettik ki Babiş kalksın!

Nitekim oflaya puflaya kalktı, kalkar kalkmaz da fırçasını attı!

“Masa kurmuşsun?”

“Evet?”

“Ben mutfakta yiycem!”

Belli ki kendince bazı şeyleri uğur bellemiş, “totem” yapıyordu ses etmedik. Masanın yarısını mutfağa, bizim kahvaltı yaptığımız, akşam yemeklerimi yediğimiz “hizmetli” masasına taşıdık! Kızımız bir yandan kahvaltısını etti, bir yandan arkadaşlarıyla mesajlaştı; bizim arada patlattığımız esprileri anında onlara yetiştirdi, parmakları durmadan çalıştı, bazen de telefonla konuştu, kahvaltısını bitirdi.

“Babiş!”

“Ne var?”

“Diyorum ki sen bu sınavı boş ver, en iyisi Blackberyy tamircisi

ol!”

Bu fikir çok hoşuna gitti üstümüzden büyük bir yük kalktı! Ne de olsa on yıllık çabamız sonunda meyve vermişti! Baba kız güle oynaya sınava gittik! Birkaç hafta sonra sonuçlar geldi ki Babiş “iyi” okullardan birini kazanmış! Bir sevindik bir sevindik ki sormayın. Artık bundan böyle günler daha önceden deneyimli olduğumuz rutine girecekti. Pazartesi aynı, salı aynı ve de çarşamba, perşembe, cuma… Her sabah saat 06.10’da kalkılacak, kahvaltı verilecek; kimi gün kaşarlı tost, kimi gün kıymalı sigara böreği, belki çorba ya da pankek ya da hiçbir şey yemeden, “Okulda yerim!” tavrına boyun eğilecekti Bu arada okul çantasına öğlen yemeği için ya tavuklu ya kuru etlı sandvıç konulacak ve servis gelecek. Saat 06.40: Babış gitti. Şimdi doğru markete, sırada alışveriş var. Saat 16.20: Babiş servisten indi; zil iki kez çalacak, merdivenlerden bir kız inecek ki dünyalar güzeli! Ancak bu güzel kız bir öpücük bile vermeden hemen “yemekte ne var karnım çok aç Babiş?” derdi. “Kızım dur hele bir soluklan, günün nasıl geçti? Okul nasıldı?”

 

“Öff baba yaa, nasıl olacak ilk gün işte! Yeni sınıf, yeni arkadaşlar; bir kız vardı illet oldum, uyuz bir şey!”

 

“Cafe Fernando’dan tarif al!”

Bu demekti ki kızımız bu yıl okula “iyi” başladı! Okul dönüşleri muhteşemdi, önüne ne konulsa yiyordu ve “Eline sağlık, aferin!” alıyorduk. Bu da bizi gururlandırıyor, şevke getiriyordu. İstiyorduk ki ona her gün daha güzel yemekler yapalım sürekli “aferin” alalım. Ancak bunun için sıkı bir mönü hazırlamak, onay almak gerekiyordu! Gerçi çoğunlukla “olabilir” diyordu ama bazen de istekler bizi korkutuyordu. “Yemek bloglarına baksana, orada çok güzel tarifler var. Mesela Cafe Fernando’dan

Domates çorbası tarifi al!” İyi de biz eninde sonunda denkleştirebildiklerimizle karın doyurmaya çalışan bir babaydık. Bir gün kıymalı mercimek pişirirsek, öbür gün makarna… Üstelik ikisi de kıymalıydı. Baktık bütçemizi aşmayacak, o zaman bonfile de pirzola da sofraya koyuyorduk. Kahvaltıda kavurma da pastırma da oluyordu, kimi

zaman peynir ekmek de… Şükretmek lazımdı.

 

“Saçıma zeytinyağı sürdüm!”

Okul iyi gidiyordu ancak arada aksaklıklar da çıkmıyor değildi.

“Baba şu saçımın haline bakar mısın?”

“Ne var kızım saçında? Her zamanki gibi güzel görünüyor! Bugün değişiklik yapıp toplasan?”

 

“Dalga mı geçiyorsun? Baksana şunlara yapış yapış!”

“Evladım bir şey yok, her zamanki saçın işte!”

“Bii şeyden anlamıyorsun! Ben yarın okula gitmiyorum!”

“Saçmalama!”

“Saçmaladığım falan yok, bu halde kesinlikle okula gitmem!”

“Evladım ne var saçının halinde?”

“Daha ne olsun? Zeytinyağı bir türlü çıkmıyor!”

“Zeytinyağı ne demek?”

“Saçıma zeytinyağı sürdüm, bu sefer fazla kaçtı galiba!”

 

O günlerde elektrik üretimi sınırlıydı. Çünkü elektrik ancak Babiş ile kaçak kullanıcılara yetiyordu! Kızımızın elinden fön makinası düşmüyordu; kaçak kullanıcılar ise tavana asılı karyolaya elektrik verip soba icat etmişlerdi!

 

“Snake oil bilir misiniz?”

Yani yılan yağını! Biz bilmezdik. Bir gün Babiş işyerimize telefon açtı, “Baba akşam gelirken yılan yağı getir,” dedi. Hiç sorgulamadan “Peki kızım,” dedik. Ne işe yarayacağını ise ancak Google yoluyla öğrendik. Şimdi düşünüyoruz da “Be adam sorsaydın ya yılan yağını ne yapacaksın kızım?” diye… Aklımıza hiç gelmemişti ki! O güne kadar kızımızın hiçbir isteğini sorgulamamış, “Hayır!” dememiştik. Hala da demiyoruz. O zaman başına geleceklere katlanırsın…

Üç gün aç bir gün doymak bilmez!

Bir gün geldi evimizde, “yağlı yüzlü” yemek pişirmek yasaklandı.

Çünkü kızımız obez olmamasına, kilolu göstermemesine rağmen sadece “sağlık, doğru beslenme alışkanlığı edinme” adına diyete başladı. Artık ne pazarları dışarıda kahvaltı edip tereyağlı, sade, peynirli yumurtalar; yanlarında da kıymalı, peynirli kol börekleri yiyebildik ne de pidecilerde kavurmalıydı, kaşarlıydı, “Üstüne tereyağı da sürelim öyle yiyelim; boğazımızdan rahat insinler…”  diye pide yiyebildik!

Yediğimiz sabah akşam sebze, içtiğimiz şekersiz çay. Ya da artık kim bilir nerelerde bitmiş, türlü türlü şifa niyetine ot çayları, ıhlamurdu!

Dolapta Allah’a şükür etimiz vardı. Ancak günlerdir kalem kalem pirzolalar, dövülmeden dilimlenip dinlenmeye yatırılmış bonfileler; yarısı kemikli yarısı parça parça edilmiş yuvalama yapılmayı, bezelye yapılmayı şiş kebap yapılmayı bekleyen kuzu etleri, köfteler, kavrulmuş kıymalar el değmeden yatıp duruyordu. Ancak gelin görün ki bunlar yenilmez, protein öyle yerli yersiz tüketilmezmiş. Kızımıza bu akılları veren bir diyetisyendi! Randevu aldı, gitti görüştü. Döndüğünde elinde üç sayfalık bir “yol haritası” vardı!

Önce bizi bir deniz kenarına çağırdı, son kez kahvesini orta söyleyip bizim iki şekerli çayımıza “Çok şeker atıyorsun,” diye laf sokuşturup, diyet programını satır satır hangi gün hangi öğünde hangi yiyeceği, ne kadar tüketeceğini anlattı. Tabii bu durumda ilk işimiz evdeki yiyecekleri unutup, en yakın marketin yolunu tutmak oldu. Yürümek zor değildi, ancak zorumuza giden marketlerin o kokuşmuş, buruş buruş olmuş sebzelerine,

eşek yükü kadar para vermemizdi! Yoksa kızımız acele etmese, bize biraz zaman tanısa, ona Kadıköy çarşıdan ne kerevizler ne

semizotları, ne ıspanaklar alırdık ama “Tez canlılık onunki…” dedik, üstünde durmadık. Babiş evde bir yandan ders çalıştı, bir yandan da harıl harıl kendi pişirip, kendi yedi. Ancak son günlere doğru biraz mahzunlaştı, biraz süzüldü, inceldi. Tıpkı bir bahar kuzusu gibi, yalnız başına dolanıp durdu ortalıkta. Bekledi ki akşamları babası gelsin, onu markete götürsün, diyet programının içinde yer alan birbirinden ilginç otları alsınlar, evlerine mutlu ve mesut dönsünler. Haftada bir iki gittik. Babalık görevimizi eksiksiz yerine getirdik getirmesine de Babiş’i dondurma reyonunun önünden çekip almak içimizi sızlattı. Diyetisyenlere veryansın edip “Küçük bir kız çocuğundan birkaç kaşık dondurmayı esirgemenin âlemi var mı?” dedik.

‘’Eti marketten mi aldın?’’

Aklın yolu birdir. Birkaç gün geçti geçmedi, kızımız kendi aklına geri döndü ve mutfağa girdi. Artık hünerini göstermeye başlamıştı. Brokoli çorbası pişirip, kereviz salatası yapıyordu yapmasına da genel geçer yiyeceğimiz etti. Köfte yapıyorduk dana etinden, içine az biraz da kuzu eti karıştırtıyorduk. İyi de et her yerden alınmazdı ki! Zaten alsak Babiş’in damağından geri dönerdi. “Babaaaa eti Hulki amcadan almadın mı?” der, salondaki divandan seslenir, eti marketten aldığımız ortaya çıkardı. Düşünün artık kızımızın damak zevkinin ne kadar geliştiğini; dolayısıyla yıllarca Kadıköy’deki kasap Hulki’den başka bir yerden et almadık. Hulki sucuk yapar, tereddütsüz alır, kahvaltıda üstüne yumurta kırardık; Babiş de sade sucuğun yağına ekmek banardı. Hulki pirzola hazırlar, yiyince dağlardaki bütün otun, çiçeğin tadını almış gibi olurdun! Hulki şiş hazırlar, bıraksan Babiş sekiz on tanesini yerdi. Bonfile alıp, dövüp içine kaşar sarıp, dürüm yapmak ise kızımızın en sevdiği nimetti. Kızımızla sevdiğimiz, kolay ve çok lezzetli bir yemeğimiz vardı. Adına “fırına et atmak” diyorduk. Güneydoğu’da sıklıkla yenen çok pratik, çok lezzetli bir yemektir. Babiş’e ne zaman

“Fırına et atayım mı?” önerisinde bulunsak, “He!” der, başka da bir şey demezdi.

Yemeğin aslı bizim ev fırınında pişirdiğimiz gibi değil. Doğrusu taş fırında pişirilendir; çünkü taş fırın lezzeti fırında neredeyse yarı yarıya etkilidir. Durum böyle olunca ağzımızda kalan çocukluk tadıyla idare edip, Babiş’e yıllarca ev fırınına atılmış etin tadını sunduk; o da öbür tadı bilmediğinden “Nefis, nefis!” deyip önüne konulanları silip süpürürdü.

 

Size kolay, lezzetli olan bu tarifi verelim. Bakarsınız fırına et atarsınız günün birinde...

Malzeme: (iki kişilik)

- Yarım kilo yağlı kuzu eti kıyma alın. Çünkü yağsız et yemek, yemek değildir. Ona doyumluk derler!

-İçine tuz, birkaç diş dövülmüş sarımsak ve biber salçası katın ki renk ve tat versin.

- Sonra bunları karıştırıp, tepsinin ortasına bir parmak

Kalınlığında yayın. Kenarlarına da domates, biber ve de patates dilimleyin fırına verin. Yarım saat sonra da afiyetle yiyin.

 

“Kafan karışmasın!”

Bizim evde çorba yapımı ve isteği çok konuşulurdu. Ancak bu kadar konuşulmasına rağmen çorba sayımız sınırlıydı. Çoğunlukla mercimek ve tavuk suyuyla çorba yapardık. Biz ve Babiş her gün çorba içsek bıkmazdık! Kızımızla çorba konusunda anlaşıyorduk.  “Evin aşçısı” her gün pişirsin “evin kızı” da her gün içsin; baktı ki çok hoşuna gitti, kahvaltıda da içsin! O kadar sevilirdi. Yalnız iyi pişirilen çorba mercimek ve tavuktu. Eh ezogelin de fena sayılmazdı. Ancak her zaman mönümüzü yeniler, eklemeler yapardık ki “müşteri kaçmasın başka yerlere yönelmesin.” Diye, bu da demekti ki, yeni çorbalar bulmak lazım!

Bir gün öneri Babiş’ten geldi! “Kremalı mantar çorbasını denesene!” dedi.

“Ne içmişliğim var ne yapmışlığım! İçine ne konulduğunu da nasıl yapıldığını da bilmem!”

 

“Artık internet var! Yalnız yığınla da tarif var; kafan karışmasın. Sen en iyisi not al,” dedi.

“Ohaaa, nefis olmuş!”

Tarifle yemek pişirmeyiz. Ancak bu çorbayı bilmediğimizden, bize en yakın geleni not aldık ve uyguladık.

- Önce mantar ve krema alacaksın çarşıdan, sonra çorba zamanı gelince tereyağında un kavuracaksın. Üstüne sıcak su dökeceksin. Baktın unlar topak topak oldu, beceremedin kavurmayı, korkma! Karıştırıcın elinin altında olsun, yeter.

- Mantarları yıkayıp küçük küçük doğramıştın ya! Hadi şimdi onları da ilave et çorbanın suyuna ve az biraz pişmelerini bekle;

- kıvam ağır olduysa sıcak su ekle, yok baktın her şey yolunda gidiyor tuz ekle!

- Mantarı diri seviyorsan erken indir ocaktan ama indirmeden kremayı ekle ki çorban tamam olsun!

Bunların hepsini harfiyen uyguladık; ara ara çorbadan kaşık çalıp, uygun hatta nefis bulduk ve bekledik ki kızımız gelsin not versin.

Nitekim geldi. Gelir gelmez de çorbanın başına geçti, önce görüntüyü inceledi ses etmedi, ardından niye yanında kıtır olmadığının hesabını sordu. “Bununla kıtır yenmez!” dedik.

Çokbilmişliğimize pek inanmamış da görünse “Hımm…” dedi. Ana yemeğin sunumunu yapmak için mutfağa yöneldiğimizde ise iltifatını esirgemedi. “Ohaaa, nefis olmuş baba!”

 

“Karga kahvaltısı cevizle olur!”

Bilirsiniz ana babalar çocuklarına öğüt vermeye, yaşadıkları deneyimleri aktarmaya, onları uyarmaya pek önem verir, pek severler. Bunu da her gerekli gördüklerinde yaparlar. Biz öyle bir baba olmaya pek heveslenmedik. Çünkü kendimizden biliyorduk ki siz ne söylerseniz söyleyin, çocuğun bir kulağından girer öteki kulağından çıkar gider. Onun için en iyisi ona öğüt vermekten çok onu dinlemektir. Biz öyle yapıyorduk.

Hafta sonları kargalardan önce kalkıp işe gidiyorduk, onlar uykuya çekildiğinde ise eve doğru yola koyuluyorduk!

Bir hafta sonu yine aynı rutinle başladı. Pazar günü işe gitmek

için evden çıktık. Ilık sonbaharın tadını çıkara çıkara Kadıköy

İskelesi’ne yürüdük. Simitçiden biri kendimize biri martılara

iki “taş fırın” simidi aldık. Beşiktaş vapuruna bindik, güverteye

çıktık; İstanbul’un eşsiz manzarasını seyre durduk, martılara simit

atıp arada da çayımızı yudumladık. Vapur Beşiktaş’a yanaştı.

İndik. Bu kez Ihlamur’a doğru yola koyulduk.

Yürürken pek etrafımızla ilgilenmeyiz ama pazar sabahı asfaltın ortasındaki bir karga dikkatimizi çekti. Belli ki erkenden kalkmış, gelen geçen araçlara aldırmadan, cevizle kahvaltı ediyor!

Karnımız aç, üstelik cevizi de severiz. Hele sıcak ekmek arasına koyup yemeye bayılırız ki demeyin gitsin. Ancak ceviz kargada, asfaltın ortasında! Karga yükselip ağzındaki cevizi gelen geçen araçların arasına bırakıyor, kırmaya çalışıyordu!

Durduk yolun kenarında, başladık karganın kahvaltısını seyretmeye. Bir yandan da kendimize, “Gördün mü bak, ne kadar akıllı hayvan, ekmeğini taştan çıkarıyor!” deyip, kargaya övgüler diziyorduk!

 

Sonunda aslımıza dönmüştük!

Bir süre sonra karga bu hayran bakışımızdan kuşkuya kapıldı ki cevizi kaptığı gibi Ihlamur Kasrı’nın duvarına kondu. Kafamızı kaldırdığımızda ise gagasındaki cevizi ayaklarının arasına almaya çalışıyordu! Ancak bir an için boş bulundu ki ceviz yuvarlanıp ayaklarımızın dibine düştü! “Tokk!” sesi bizi kendimize getirdi, cevizi kaptığımız gibi cebimize attık. Kargayla

göz göze gelmemek için de arkamıza bile bakmadan yürümeye başladık. Birkaç adım sonra da yaptığımızın anlamını çözmeye çalıştık ve kendimize hak verdik. Çünkü sonunda aslımıza dönmüştük. Binlerce yıldır atalarımızın yaptığı gibi avlanmış; kendi yiyeceğimizi kendimiz kazanmıştık! Ceviz yere düşer düşmez kapıp kaçmamız ondandı! Binlerce yıldır süre gelen hayatta kalma içgüdüsü genlerimize öyle bir işlemişti ki! Yol boyunca çocuklar gibi sevinçliydik. İkide bir ceviz yerinde duruyor mu diye cebimizi yoklaya yoklaya eve geldik ki Babiş’e aydınlanmamızı anlatalım, atalarımızın genlerini hala taşıdığımızı söyleyip gururlanalım. Kızımız bizi pek keyifsiz karşıladı, gece iyi uyuyamamış, kâbuslar görmüş; sabahın altısında kalkmış ki konuşmaya niyeti yok. Çarşıdan aldığımız börekleri yedi ama pek beğenmedi, söylendi. Bir yandan da bizi dinledi, sonunda ağzından birkaç kelime döküldü. “Yanlış yapmışsın! Kargalar çok kindardır, gözünü çıkarabilirdi! Yine de o yoldan geçerken dikkatli ol!” dedi.

Kadayıf mı Künefe mi?

İnsanoğlunu memnun etmek zordur, hele de çocuk olanlarını… Bizde bunlardan bir tane vardı ve son zamanlarda ayda bir bazen de üç ayda bir, “Yine kaytarıyorsun, artık güzel şeyler pişirmiyorsun!” der, bam telimize basardı. En yakınımızdan böyle iğneleyici laflar duyunca canımız yanardı. Ancak bir yandan da hak vermiyor değildik! Çocuk çocuklarına karşı, babasının mutfağını nasıl hatırlayacak, nasıl böbürlenecekti? “Babam bir pirzola pişirirdi parmaklarını yerdin!” ya da “Palamudu takoz kestirtirdi, ızgara yapardı!” mı diyecekti? Hadi belki çok çok “Et suyu yapardı, içine patates, havuç, bir baş soğan yarım limon da koyardı ki mercimek çorbası tadından içilmezdi; hele de kıtır ekmekleri doğrarsan…” deyip babasını bir çorbayla mı hatırlayacaktı? Bu kadarı yetmez çocuklara, efsaneler gereklidir. Dolayısıyla “hem lafların altında kalmayalım hem de tembellik etmeyelim” diye yeni arayışlara girdik, tatlılara el attık! Önce çarşıdan iki tane alüminyum künefe tepsisi, tel kadayıf ve dil peyniri aldık. Yolumuzun üstündeki bir künefe ustasıyla da pişirme tekniği üzerine konuşup evin yolunu tuttuk. Ne zaman ki kızımız künefe lafını duydu, önce ağzından “Allah!” haykırışı çıktı sonra da “Yemez miyim, deli misin sen?” dedi. Durum böyle olunca, künefeyi satacak müşteri de bulunca bize mutfağın yolu gözüktü. Önce künefe tepsisinde tereyağını erittik. İki tatlı kaşığı üzüm pekmezi de koyduk içine, sonra da kadayıfları tepsiye serip, bir kat peynir bir kat kadayıf döşeyip, ocağın üstünde en kısık ateşte altını kızartmaya başladık. Bu arada bir başka ocakta da toz şekerle şerbet hazırladık. Tabii ilk deneyim, acemilik var, kadayıfın altı çabuk kızardı, ancak beceremediğimizden zorlukla öteki yüzünü çevirdik, bir de onu kızarttık, tamam olunca da şerbeti döküp kızımıza sunduk! Valla onun deyişi yalanımız yok dedi ki: “Gerçeğinden hiç farkı yok, hatta daha da güzel!”

Ancak “pimpirikli” bir adam olduğumuzdan bu lafı ucundan tutup, bir başka seferi bekledik ki, Babiş yeniden “Yerim!” desin. Nitekim o laf birkaç gün sonra salondan geldi. Biz de yeni bir künefe denemesine giriştik. Yine aynı sonucu aldık! Bu arada pekmezini biraz fazla koyuyormuşuz, künefe ustası öyle dedi. Biz de pekmezi azaltıp pişirme yöntemimizi değiştirip, teflon tavaya başvurduk. Gerçek kadayıf ustaları gibi bir o yanını çevirdik kolaylıkla bir bu yanını; üstelik dil peyniri yerine tuzsuz gerçek kadayıf peyniri kullandık! Babiş künefenin neredeyse tamamını yedi, biz tatlı sevmediğimiz halde çatalla ucundan aldık ki hamur geldi, ses etmedik! Ardından buzdolabının derin dondurucusunda bekleyen tel kadayıfların bir kez daha talep edilmesini bekledik ki deneye yanıla ustalaşalım. “Kim bilir

belki künefe ustası bile oluruz?” diye düşündük! Yalnız Babiş kadayıfa “künefe” diyordu, oysa biz Urfalıların deyişiyle “Bildiğimiz kadayıf!” demekte ısrarlıydık. Gerçi adında anlaşamamıştık ama hiç olmazsa mönümüze bir tat daha katmıştık.

 

“Hacı Bekir’den kaymaklı lokum alsana!”

Söylemiştik hiç tatlı yemediğimizi ve de yapmadığımızı; dolayısıyla

Babiş’le yaşarken çok fazla tatlı yapmadık. Arada,

“Baba baklava alsana!” ya da “Canım güllü lokum çekti, Hacı

Bekir’den alsana, kaymaklı lokum da isterim!” derdi ve istekleri yerine getirilirdi.

 

“Baba canım sufle çekti!”

Bir gün işimiz gereği çalıştığımız televizyon için yemek röportajları yaparken, bir aşçı ile tanıştık. Bize uygulamalı çikolatalı sufle yaptı, dört kişi için malzemeleri sıraladı

 

- 180 gram bitter çikolata, 58 gram tereyağı ile birlikte eritilir.

_230 gram toz şekere iki yumurta kırılır, 40 gram un, yarım

su bardağı krema, bir vanilya çubuğu içi bir tutam tuz, eriyen çikolata ile birlikte karıştırıcıda karıştırılır.

- Dört eşit parçaya bölünür, önceden ısıtılmış fırında tam 26 dakika pişirilir ve sprey krema ve espresso tozu ile servis edilir.

Aşçı bunları söyledi, dediğini de yaptı. Bize de tattırdı! Geldik evde sufleyi anlattık, konu kapandı. Aradan günler geçti, ta ki bir akşama kadar. Baba kız birimiz kitap okuyor bir divanda, birimiz bir başka divanda internetten dizi izliyordu ki Babiş birden, “Baba sufle yapsana, canım çekti!” dedi.

“Sakın fırının kapağını açma!”

Hoppala! Bizi aldı mı bir telaş! Bir kere hayatımızda hiç bu tip “concon” tatlı yapmamıştık! Hadi yapmaya niyetlendik diyelim, malzeme yoktu ki! Nerede bitter çikolata, nerede vanilya çubuğu, nerede sprey krema? suflenin kara görüntüsü yüreğimize gelip oturdu, çaresiz mutfağa yöneldik.

Dolaptan bir çorba kaşığı tereyağı, birkaç parça çikolata alıp tavada erittik. Derin bir kaba bir yumurta kırdık, bir çorba kaşığı toz şeker, bir çorba kaşığı un ve bir paket vanilya tozu ile birlikte elde çırptık! İçeriye sufle yapılıyor haberini verdik ki malzeme soruldu ve de “Akıllım kabartma tozu konulmadan nasıl kabartacaksın?” sorusunu karşılık olarak aldık, şaşırdık.

“Doğru ya sufle nasıl kabaracaktı? Ne ise evde yarım paket varmış karışıma döktük bir yandan da fırını kötü kokulu yağlardan arındırıp temizledik 170 dereceye ayarladık. Bu arada salondan “Sakın fırının kapağını açma, bak kabarmaz sonra...” seslenişleri geldi. Bazen başka öğütlere de kulak verdik bazen de duymazdan geldik! Ancak meraktan bir süre sonra fırının kapağını açıp bardağın durumunu içeriye söyledik ve yeni bir talimat aldık! “Madem kapağı açtın o zaman bir kürdan batır; keklerin pişip pişmediği öyle kontrol edilir!” denildi! Söz dinleyip sufleye kürdan batırdık ve sonunda bardağı fırından tutacak yardımı ile aldık ve görüntüyle az biraz umutlandık ama havaya da girmedik; öyle ya kararı “yüksek” otorite verecekti! Hemencecik bir tepsi hazırladık, suflenin yanına krema da koyup servis ettik. İlk kaşıkla notumuz verildi. “Bildiğimiz sufle işte, eline sağlık Babiş!”

Gün hafta ay diyaloğumuz şunlardı Beş fazla üç eksik aşağı yukarı şöyleydi:

 

 “Dolapta hiçbi şey kalmamış!”

“Kuru fasulye sevmem!”

“Nohut sevmem!”

“Ben pilav yemem!”

“Karpuz sevvmiiiyorummm!”

“Haberim yok!”

“Yerler temiz!”

“Sivilcelerim bi türlü geçmiyor!”

“Bu halde okula gitmem!”

“Giyecek hiçbir şeyim yokkk!”

“Param yok!”

“Saat daha erken!”

“Saçımı tarıyorum ne varrr?”

“Banyodayımm!”

“Ders çalışıyorum!”

“Üstüm ince değil!”

“Sen beni artık sevmiyorsun?”

“Sürekli ne arıyorsun? Müsait misin deme, ara işte!”

“Ekmek koparılarak yenir!”

Eskiler “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli,” der.

Bizimki de o hesap, nereden nereye! Sözümüz “ekmek” üzerine… Derdimiz de şu ki biz ekmeklerden önce “yuha” olanını tanıdık sevdik ki babaannenin evine o zamanlar ekmekçi kadınlar gelirdi sabahın köründe. Birkaç kez hamur yoğurur, sacın üstünde yüzlerce, Urfalıların “yuha ekmek” dedikleri buradaki yufka benzeri ekmeği pişirir, kurumaya bırakılırdı. Ardından üst üste konulup kaldırılır, yemek öncesi evin hanımı kızı ya da gelini tarafından yenileceği kadar sulanır; üstleri bir örtü ile örtülür, birkaç dakika sonra yumuşayınca sofrada Allah ne verdiyse onlarla tüketilirdi! Bir zaman sonra çarşıdaki taş fırınlardan yemeğine göre alınan “dırnaklı” ya da “açık” ekmek moda oldu. Kadınlar bayram etti, eziyet devri sona erdi. Hatta bir zaman sonra çarşı ekmeklerin arasına “somun ekmek” de katıldı ramazanda sahurlar şenlendi! O günler çocuktuk, sonra büyüdük, Yetmişlerin sonunda kendi başımıza

Urfa’dan İstanbul’a geldik! Ancak burada her öğün bizim “somun ekmek” dediğimiz ekmeği yiyorlardı! Kahvaltıda somun ekmek, öğlen somun ekmek, akşam somun ekmek! Bir de üstelik dilimliyorlardı! Oysa bizde ekmek koparılarak yenir.

Cevizli mi, tava mı, yoksa çöl ekmeği mi?

Aradan yıllar yıllar geçti. İstanbul’da yeni yeni fırınlar açıldı yeni yeni ekmekler fırınların tezgâhlarında boy gösterdi kimine çiçek, alman; kimine baton, kepekli, “sağlıklı ekmek” denildi.

Gün geldi dünyada olduğu gibi ülkemizde de her alanda makineleşme hızla yol aldı, ekmek makineleri her yanda boy göstermeye başladı. Yeniden evlere dönüldü, herkes deliler gibi ekmek yapmaya başladı. “Ekmekçi kızlar”ın “ekmekçi ablalar”ın şanı şöhreti aldı yürüdü, ekmek blogları açıldı. Birbirinden farklı; cevizli mi dersiniz, çöl ekmeği mi, tava mı, yoksa katkılı ekmek mi, insanın hangisini aklında tutacağını şaşırtan tarifler verilmeye başlandı ve bir ekmek makinesi aldık; aklımızca ‘’Artık biz de ekmeğimizi evde yapacak, fırıncıların güven vermeyen ekmeklerinden kurtulacağız!” diye düşündük! Nitekim soluğu mutfakta aldık, makineyi çalıştırdık bloglardan aldığımız tarife uyarak un ve su koyduk, maya ekledik. Tabii ki sonuç yenilir gibi olmadı, ekmek kovasını çöpe devirdik! Oysaki öyle olmazmış, önce pervaneyi çıkarmak gerekmiş! Makine birkaç ay mutfağın bir köşesinde durdu. Bir gün yedek parçacılardan bir pervane aldık, yeniden denedik; yine hüsran yine hüsran!

Böylelikle makineyle ilişkimiz hepten koptu sevdamız küllendi; ekmek aşkımız bir başka bahara kaldı! Hatta mutfağımızdan gelene geçene kendisini teklif ettik. Kibarca “A valla alırım!” diyenler bir süre sonra verdikleri sözü unuttular, ekmek makinesi ile baş başa kaldık! Mutfağımız dar, kafamızı çeviriyoruz göz göze geliyoruz, gözümüzü kapatıyoruz iş yapamıyoruz! Aylarca sürdü bu azap, sonunda marketten 5 kg’lık bir torba un, paket paket kuru maya aldık ekmek yapmaya tekrar soyunduk!

“Ama kepekli sevmiyorum!”

Bir paket mayayı döktük teknenin dibine. Ölçüyle su, tuz, şeker koyduk, en üste de unu doldurduk, çalıştırdık. Dön babam döndü pervane, aldı hamuru bir aşağı bir yukarı dolaştırdı, durdu, tekrar çalıştı; dinlendi hamur, kabardıkça kabardı. Baktık taşıyor, elimizle tıktık gerisin geriye, yine kabardı yine tıktık, baktık olmuyor bir parça hamuru çekip kopardık. Sonunda nasıl oldu bilmiyoruz, pişti! “Fena olmamış,” dedik yedik! Babiş’e de ikram ettik. Kibar davrandı, “Eline sağlık!” dedi. Umutlandık, ekmek bir haftada tüketildi. Yenisini yine aynı ölçülerle denedik! Yine aynı şeylerle karşılaştık, hamurla boğuştuk pes etmedik! Ta ki “Acaba mayanın yarısını mı koysak? ‘’Hımm, bak burada yazıyor salak; maya unun üstüne konulacakmış, suyu da azaltabilirsin biraz…” diye diye fikir geliştirdik! Sonunda oldu, çabamız sonuç verdi, 5 kg’lık unumuzla her hafta bir ekmek yaptık, dilimleyip dilimleyip yedik. Her seferinde ekmeklerin ucundan Babiş de tattı. “Ama ben kepekli ekmek seviyorum!” dedi, son noktayı koydu! Hadi bu kez kepekli ekmek pişirmeye girişip, istediği ekmeği pişirdik. “Babiş kaç dilim yedi?” derseniz valla saymadık, kepekli ekmek olduğu gibi durduğuna göre saymaya ne gerek vardı ki?

14 bin 600 kap yemek!

Ancak bir gün merak edip;'' 20 yılda kaç kap yemek yapmışız ?'' hesabı yaptık ki günde iki kap yemekten 14 bin 600 kap yemek! İnanamadık bir daha hesap yaptık valla rakam doğruydu! 

Kızımızla sadece sıradan günlerde yiyip içmedik. Bir başımıza olduğumuzdan, bazı “özel” günleri baba-kız olarak kutladık!

Bir yıl sonbahar geçti, kış gelip çattı ve yılbaşı akşamı yaklaştı. Bizi kimse evine çağırmadığından, “Acaba başkaları yeni yıla nasıl giriyor?” merakımız da olmadığından kendi konuğumuzu nasıl ağırlarız telaşına düştük. Bir kere konuk güzel ve de ağır olunca, yenilen içilen de bir başka güzel, bir başka ağır olmalıydı. Yoksa kötü başlayan yıl, bütün günleri, haftaları, aylarıyla öyle giderdi ki böyle bir riski göze alamazdık; gerçi mutfakta tam da istediğimiz gibi bir hüner gösteremedik, kafamızda dönüp duran tilkileri yakalayıp pişiremedik; şartlar ve biraz da geç kalmış olmak, elimizi kolumuzu bağladı. Aslında niyetimiz portakallı bıldırcın pişirmekti ama biri aklımıza portakallı ördeği soktu! “Akıl akıldan üstündür,” dedik ve kalkıp Beyoğlu Balık Pazarına gittik. Ancak daha akılılar ne ördek bırakmıştı ne de kalan bıldırcınların, bıldırcın hali vardı! Aldı mı bizi bir korku; “Ya kestaneli hindiye kalırsak?” Hayır, hindiyi güzel pişiririz de konuk ‘sıradan’ bulursa ne halt ederiz?” diye düşünüyorduk. Korkumuz oydu, telaşla “Füme somon sever elimizin altında bulunsun,” deyip somona yöneldik. “Ama palamut füme de hiç bilmediği bir tat,” fikri daha cazip geldi ona sarıldık! Peynir tabağı için bayılacağı Ezine beyaz, kaşar ve otlu peynir aldık; uzun zamandır “Paçanga, paçanga!” diye sayıkladığından pastırma kestirip, yanına taze kaşar eklettik, yufkaları ikilettik. Ancak “ana yemek” olarak sonunda hindi budunda karar kıldık. Tatlı olarak da kaymaklı dondurma aldık ki kimse karşı koyamaz! Eve gelip, alelacele mutfağa girip, aldıklarımızı yerleştirdik ki daha sofraya oturmaya epeyce vardı. Aksilik bu ya, biz mutfaktayken konuğun erken geleceği tuttu, başladı ayakaltında dolaşmaya ve sorular sormaya: Ne pişiriyormuşum, neler yiyecekmiş, şu niye yokmuş, bu olsaymış daha iyi olmaz mıymış, patlıcan salatası var mıymış, içine süt koyuyormuşum değil mi?”  Bu sorularına sabırla yanıt verdik, bir yandan da işimizi yaptık; masa hazırlayıp çatal bıçak, bardak çanak yerleştirdik, peçete büktük. Peynir tabağı, füme palamut, paçanga böreği, patlıcan salatasıyla sofrayı süsledik. Tek eksiği almayı unutmuşuz: Çiçek! “Farkına varmaz, daha genç…” diyerek rahatlamaya çalıştık!

“Şarap kavımızda ne var ne yok?”

Sıra geldi hindi buduna. Tabii bütün bunlar hazırlanıp, pişirilirken bir yandan yeni talimatlar alıyorduk. “Hindiyi haşlayıp, suyuna da şehriye döksene, salçalı!” Kızımızın dediği yerine getirildi tabii… Önce hindi but haşlandı, onra suyundan ayrıldı; tereyağı, salça, tuz ve kakuleye bulandı, yanına patates, kestane eklenip kâğıtla sarılıp sarmalanıp, fırına sürüldü! Biz bütün bunları yaparken, yani masayı kurarken, patlıcan salatasına mayonez eklerken, peynir tabağını hazırlarken, hindiyi fırına verip suyuna arpa şehriye dökerken, kızımız yılbaşı masasına ancak kendini hazırlayabildi! Bu arada şarap kavımızda ne var ne yok elden geçirdik! Neyse ki üzerinde 98 yazan bir İspanyol şarabı vardı da o sorun öylece çözüldü!

 

“Muhteşem bir akşamdı!”

Lafı uzatmayalım, bütün bir yılbaşı akşamı, Babiş pek bir memnun kaldı yediklerinden. Şarabı şahane buldu. Füme palamuda bayıldı, patlıcan salatasına “Yine kendini aşmışsın!” deyip iltifat etti ama içine süt değil de aşçı üçkâğıdı olan mayonez konulduğunu öğrenince renk vermedi. Paçangadaki pastırmanın çemenli oluşunu amatör, hindiyi pek bir lokum buldu, yumuşacıkmış! Bu arada fondaki müziği önce İtalyan ezgileriyle başlattık sonra caza geçtik; tam Zeki Müren’de karar kılacaktık ki konuğun

kendi müzik çalarından seçtiği Elvisler ve televizyondaki Madonna konseri geceye damga vurdu. Biz de bir ara fırsat bulup onun da pek beğendiği, “Bunlar kadınsa biz neyiz?” dediği Victoria Secret defilesindeki mankenleri izledik! Gecenin sonunda kızımız odasına çekilmeye hazırlanırken, “Babiş muhteşem bir akşamdı, nice yılbaşlarına bu keyif ve mutlulukla gireriz inşallah, teşekkür ederim!” dedi, gönlümüzü alıp onurlandırdı.

 

“Çilingir sofrası nedir?”

Babiş’e sorduk biliyormuş; siz de biliyorsunuzdur, dolayısıyla

bu yazıyı bilmeyenler için yazdık. Zaten biz de bir zamanlar bu

“bilmeyenlerin” içindeydik. “Hadi bir çilingir sofrası kuralım,” denilince rakı sofrasını hatırlayanlardandık. Ancak insan okuyunca, her şeyin doğrusunu öğreniyor. Reşat Ekrem Koçu’nun “Eski İstanbul Meyhaneleri” kitabında rastladık ki çilingir sofrası bizim bildiğimiz rakı sofrası değilmiş! Peki, neymiş çilingir sofrası?

Efendim, hırsız ya da hırsızlar bir eve girdiklerinde bir yandan işlerini yapar, bir yandan da mutfakta ne varsa ortaya döker, rakı da bulurlarsa bir de tek atar acele acele atıştırıp çıkar giderlermiş.  İşte bu ortaya dökülen ne var ne yok ve rakıdan oluşan sofraya da “çilingir sofrası” denirmiş. Hırsız ve çilingir ikilisi hoş değil mi? Bu arada, niye hırsız sofrası değil de çilingir sofrası demişler? Onu yazmıyor Reşat Ekrem Koçu. “Her halde çilingir lafı, açmaktan, çıkarmaktan gelse gerek,” diyoruz. Yılbaşı akşamının ertesinde biz de kendimize bir “çilingir sofrası” kurduk. Mutfakta ne varsa masanın üstüne yığdık: Palamut ızgara, midye dolma, turşu, süzme yoğurt, salatalık, acı kırmızıbiber, arpacık soğan, turp, Antep peyniri, çevirme zeytin, kavurma, pide ve de bir duble rakı. Buna çilingir sofrası denmez tabii! “Tam donanımlı rakı sofrası” demek daha doğru sanki? Ne ise oturduk sofraya, kızımız böyle bir ziyafeti kaçırmayacağından, hemen gelip geçti karşımıza!

Bir yandan rakımızı yudumladık, bir yandan da bir ondan bir bundan çimlendik. Arada da bir bardak beyaz şarap içen Babiş’e ”Hele anlat şu çilingir sofrasını,” dedik. Bildiği, bizim eski bildiğimizmiş! Böylelikle anladık ki “Sen babandan ileri, çocuğundan geri olacaksın,” lafı, her baba için geçerli değilmiş!

“Bayram istiyorsan bayramlık ağzın olacak!”

“Yılbaşı” “bayram” denilen, bizim için anlamı olmayan, “özel günlerde” herkes gibi bizi de bir telaş alır, nedendir bilmeyiz! Böyle günlerin önceden haberi gelir hatta bir gün önceden “Bugün arife,” diye de iyice tembihlenir, hazırlık yapasın diye… İyi de gelen giden olsa tamam. Aile olsan, şeker alırsın; çikolata, yanlarına da belki Hacı Bekir’den badem ezmesi, akide;

‘’İnşallah bozulmamıştır?’’ diye ev yapımı likörün tadına bakarsın; en azından geçmişten gelen bir bayram yemeğin vardır. Etini alırsın, pirincini ayıklarsın; belki yuvalama yaparsın, belki üzlemeli pilav ya da keşkek. Ama yoktur ki kimselerin! Bir tek Babiş vardır yakın bildiğin o da kim bilir nerededir? Sen de başlarsın onu telefonla hırpalamaya, duygularını didiklemeye. “Kızım bana gelsene,” dersin. Der ki, “Yok bugün gelemem!” Korkuya kapılırsın, “Peki bayramda gelmeyecek misin?”

Dersin, der ki: “Önce anneanneme gidecem!” Son bir umutla yine dersin ki: “Önce babalara gelinmez mi kızım?” O da sana der ki; ‘’Sen bayramı kutlar mısın ki?” Haklıydı Babiş! Bayram istiyorsan önce bayramlık ağzın olacak!

 

Tarçınlı Kurban Kavurması

Bir kurban bayramında Babiş’e tarçınlı kavurma yaptık. Tarçın bir ara hem mutfağımızın gözdesi olmuştu. Her yemeğe tarçın katıyorduk! Hele ki kuru fasuüyeye; ancak kızımız fasulye sevmediğinde kendi yaptığımıza yemeklere ekler olmuştuk! Kurbanbayramında kavurma pişirmek neredeyse farz olduğundan o bayramda da kavurma yapıyorduk ki tarçın aklımıza geldi ve mutfağımızda uzun süredir sürdürdüğümüz ar-ge çalışmalarına tarçınlı kavurmayı da kattık! Eğer bir bayram yapmaya niyetlenirseniz ve de tarçın seviyorsanız işte size tarifi;

 

_Dana etini az biraz yağlı alın.

- Önce suda bekletin, kanı akıp gitsin.

- Sonra etin suyunu süzün, tencerenin altını yakın.

- Bırakın etler suyunu salsın, sonra da çeksin ve  tarçını ekleyin.

- Önce harlı ateşte, sonra en az bir saat, kısık ateşte pişirin.

- Tel tel olmaya başladığında da (tahta kaşıkta ezerek; biz

öyle seviyorduk) tuz ekleyin. Afiyet olsun.

 

“Parmakların gibi olmasın…”

Yılın eskisi bitmişti. Yenisi de eskinin kalktığı yere gelip oturmuş, biz yine asli işimiz olan mutfağa dönmüştük. Şikâyetimiz yoktu; ancak hemen günü çekilmek istendiğimiz sınav biraz canımızı sıktı! Babiş bir ricada bulunup “Canım çok zeytinyağlı dolma çekiyor. Yalnız öyle parmakların kalınlığında sarmak yok, ipince olursa kabulüm!” dedi. Şimdi bütün bir yıl boyunca iyi kötü günlerle koca yılı birlikte geçirmişiz. Düşündük ki: “Hadi bir tatsızlık olmasın sen de dolmaları eline bakmadan sar!”

“Keşke yapraklar diri kalmasaydı!”

Etli yaprak dolmasını biliriz. Hem bulgurlusunu hem de pirinçlisini; O konuda kendimize güvenimiz tamdı ama gelin görün ki zeytinyağlısından yana pek şansımız yoktu. Kırk yılda bir denemişliğimiz vardı. Bir keresinde yaptığımız etli biber dolması internete kadar düşmüştü, kızlardan ne övgüler almıştık! Ne ise güvendiğimiz bir blogdan tarif aldık, başladık yaprakları sarmaya… Kızımız daha servisteyken rapor istedi. Dedik ki:

“Zeytinyağlı yaprak sarması tadım için seni bekliyor!” Havalara uçtu. Tez vakitte de geldi. Bu arada ‘’Hizmette kusur etmeyelim’’ diye sarmaları dolapta soğumaya bırakmıştık. Babiş’e öyle servis ettik. Sarmalarımızı pek beğendi. İnceliklerine, zarafetlerine hayran kaldı. “Keşke az biraz yapraklar diri kalmasalardı,” diye de not kırdı.

 

Sabrımız domatesi şakşuka Yaptı

Eğer ana babaysanız sabredeceksiniz. Sabırla, koruk üzüm olurmuş, nitekim oldu da… Çocukluğumuzda, domatesi üstüne tuz ekip meyve niyetine çok yemişliğimiz vardı; yetişkin olduk, bu kez sebze niyetine her fırsatta ya bir yemeğe koyduk ya söğüş yaptık ya çok bulduk derin donduruculara kaldırıp kış kıyamette tükettik. Dolayısıyla, sevgi bu kadar büyük olunca, insan yanındakilere yöresindekilere de bu sevgiyi aşılamak istiyor. Bu aşılama işini çok kez değişik biçimlerde denedik, mutfağı birkaç gün boyunca “gerçek” domateslerle doldurduk, her taraf domates koktu. “Ay babaa mutfak iğrenç kokuyor” fırçaları da yedik ama olsun, domates sevgisinden, bu sevgiyi aşılamaktan hiç vazgeçmedik! Bir yıl taktik değiştirip bahçe/balkonumuzu domates fideleri ile doldurduk. Çeridir, Çanakkale’dir, sırıktır; ne bulduksa Mısır Çarşısı’ndan aldık. Eve getirip saksılara diktik, biraz boy verdiler; sırıklara bağladık, güneşe karşı dizdik ki kızarsınlar, güzelleşsinler, albenileri olsun, sevilsinler!

Bir gün Babiş bahçe balkona çıktı. Limon ağacının tek limonuna sevgi gösterilerinde bulunurken, birden “Aaa domateslere bak! Babaaa kocaman

olmuş bunlar!” dedi. Babiş’te sevgi tohumları yeşerdi sanki ama yine de belli olmaz, hele domatesler bir kızarsın (ki kızarmış çerilere el sürülmemişti) belki yemez ama bakarsın o yapmakla çok övündüğü zeytinyağlı fasulyenin içine koyar!” diye düşündük. Ancak zeytinyağlı için market domatesleri tercih edildi.

“Hiçbiri yeterince kızartılmamış!”

Bir gün kızımız hiç hesapta yokken, “Baba bana şakşuka yapsana!” dedi bizi dumura uğrattı. Çünkü şakşukanın içinde domates vardır. Hemen dedik ki “Kızım şakşuka mezedir, içinde de domates ve patlıcan vardır, sen ikisini de yemezsin?” Hayır yerim’’ dedi ve kabak kızartılarak şakşuka hazırlandı. Soğusun diye bir kenarda bırakıldı, ardından da dolaba kaldırıldı ki hanımefendi geldiğinde soğuk soğuk yesin. Nitekim öyle de oldu. Hemen mönü sunuldu: Kremalı mantar çorbası, şakşuka, baklaya ve pazıya yatırılmış zeytinyağlı enginar ve biralı ev yapımı ekmek...

Mönü kabul gördü. Önce çorba, kızartılmış ekmekle servis edildi. “Aferin…” ve “Eline sağlık!” iltifatları alındı, ardından enginar sunuldu ve iltifat gördü. Sıra şakşukaya geldi ki ardı ardına yüzümüzde eleştiriler patladı. “İçinde yeterince patlıcan yok, patates ve kabak doğramışsın, onları nerede gördün de akıl ettin? Hiçbiri de yeterince kızarmamış!” Haliyle suratımız allak bullak oldu. Üçüncü sınıf lokanta aşçısının yüzüne döndü ama renk vermedik, pişkinliğe vurup yeterince kızartılmadıklarına da hak verdik. Çünkü biz az diri severiz patlıcanı, biberi; sandık ki bizim sevdiklerimizi, başkaları da sever? Yanılmışız!  Yiyecek namına reddedilenler listesi o kadar uzundu ki! Ancak dedik ya, ana babaysan, hele ki bizim gibi sadece babaysan işin zordur! Zor ama sabır da zorluğun en büyük düşmandır. Ev arkadaşımız (büyüyünce kendini böyle konumlandırdı), ilk tanıştığımız günden bu yana yukarıda saydıklarımız ve daha niceleri konusunda ayak diretiyordu. Arada sırada da arıza çıkarıyordu. “Çıkarsın!” diyorduk. ‘’Nasıl olsa bizim de günümüz gelecek.’’ Nitekim geldi de… Biz sadece evde yemek yemiyorduk. Arada sırada dışarıya yemeğe çıkıyorduk. Çıktıkça da ilişkimiz esnekleşiyor, hatta hatta yavaş yavaş yememler ağzıma bile sürmemler, yerini utana sıkıla yerimlere bırakıyordu.

 

“Artık buralıyık!”

Bir akşam iş dönüşü Babiş’le iskelede buluştuk. Karnımız aç. Kadıköy çarşısı ise bir yemek cennetidir. Çeşit çeşit köfte var, kebap lahmacun var, esnaf lokantası var; istersen sokak ortası balık, yanında da türlü türlü mezeler var! Yeter ki canının ne çektiğine karar ver… O akşam bizim kafamızda bir başka yer vardı ki ciğer kebabı ve çöp şişi ile epeyce ünlüydü. Önce bir yoklama yaptık.

“Babiş ne yemek istersin?”

“Fark etmez ama sabahtan beri bir şey yemedim, karnım çok aç!”

Yani bu demektir ki inisiyatif bize geçti. Ama risk bulutları ile yüklü! Gözümüzü karartıp risk aldık; “Gel seni bir yere götüreyim, ciğer kebabı yeriz!” dedik. Bu arada yeri gelmişken belirtelim ki ciğer direnişi kırılmış, Arnavut olanı birkaç kere yenilmişti. Onun için gönül rahatlığıyla önerimizi yaptık ama temkini de elden bırakmadık. Çünkü Babiş’in sağı solu belli olmazdı! Hayat her zaman bilinmezlerle doludur! Siz siz olun yayılıp gevşemeyin! Kızımız ciğere itiraz etmedi. Vardık ciğerciye, üst kata çıkıp pencere kenarına kurulduk. Garson geldi ki ne yemek isteriz?

“Ciğer mi yoksa çöp şiş mi?” Bakıştık arkadaşla ve kararı biz verdik. “Bir buçuk şiş, yarım ciğer!” Önce atıştırmalıklar geldi, acı bir bostana! Arkadaş yemez ama biz yeriz! Sonra pişmiş biber ve domates geldi. Onları da arkadaş yemez, biz yeriz! Sonra sonra iki çeşit soğan biri kıyılmış, kuru biberle terbiye edilmiş, diğeri pişirilmiş ki lokum! Onu da yemezdi kızımız

ama biz bayılırız! Biraz sonra lavaş, ayran, şalgam ve şişlerin ucu göründü. Kızımız lavaşa şiş çekmeyi bilmediğinden o işi biz üstlendik. Aslında basittir uygulaması. Lavaşı avucunuza yayarsınız birkaç şişi de ortasına koyup çekersiniz, gerisi keyfinize kalmıştır. İster kıyılmış soğan koy, ister pişirilmişini ya da bizim gibi közlenmiş biberleri yay üstlerine, tuz gezdir. Bu yeme biçimi bizimkiydi. Babiş’e de lavaş üstüne ya birkaç çöp şiş ya da ciğer çekip verdik. Ancak ısrarla dürümlere soğan koymamız istendi! Kıs kıs gülüp istediğini yaptık. Bir dürüm yetmedi bir daha verdik, yeni yeniden verdik.

“Kızım açlığın geçti mi?”

“Hayır!”

“Ne söyleyelim?”

“Hem çöp hem ciğer! Bu çöp şiştekiler kuzu eti değil mi?

Evde yapıyordun ama buradakiler daha güzel!”

“Burada kömürde pişiriyorlar da ondan.”

Kuzu eti seven kızımıza ciğer de sevdirmiştik. Ancak sevmenin de bir sınırı vardır. Babiş’in koluna girdik, çeke çeke kebapçıdan çıkarmaya çalışırken “Bu ne la? Artık buralıyık!” dedi!

“Unutmamışsın, şimdi ağlayabilirim!”

Kızımız arada sırada sevdiklerine giderdi. Bir gün yine gitti, hemencecik de geri geldi! Çünkü bizde “rahat” ediyormuş! Tabii rahat edecek. Onu rahat ettirebilmek için elinden gelen her şeyi yapan bir babası vardı! İşte böyle bir günün ardından eve geldi. Yine istediği saatte uyudu, istediği saatte kalktı, kalkar kalkmaz da bizi aradı ki sabah beşte kalkmış işe gitmişiz. Sabah kuşağında yayımlanan bir TV programının editörlüğünü yapmış, işimizi bitirmiş, geri dönüyoruz, vapurdayız. Telefon çaldı;

“Babiş neredesin?”

“Denizin ortasında!”

“Denizin ortasında mı? Ne işin var denizin ortasında, balığa

mı çıktın?”

“Evett, sazan akını varmış!”

“Hıımm…”

Belli ki uykudan yeni kalkmış üstelikte karnı aç! Baba denizde ve de kızının karnı açsa, en iyisi martılardan simit çalmaktır! Ancak hırsız bir baba çocuğu için iyi bir örnek değildir. En iyisi çare üretmektir ve bu konuda da üstümüze yoktur! Öyle yaptık ne yemek istediğini sorduk. Yine bize yapılacak en büyük kötülüğü yaptı çaresiz bıraktı, “Kafana göre takıl!” dedi! Huyumuz kurusun! Biz kafamıza göre takılırsak, o kadar çok fikir üretiriz ki “Öğlen saati patlıcan ezme olur, midye dolma da ama börek en iyisi; kıymalı olmaz, su böreği sever ya da bu kez sürpriz yapıp Beyaz Fırından bir şeyler alalım?” der sonunda kendi seçeneklerimizin içinden kendimiz çıkamaz, kayboluruz!  Ancak bu kez gözümüzü karartıp ilk aklımıza gelen seçeneğe, ünlü bir pastaneye yöneldik! Lakin bu kez de başka bir seçenek bolluğuyla karşılaştık, ne alacağımıza hepten karar veremedik! Neyi pişirmişlerse tezgaha sürmüşlerdi; kıymalı, peynirli patatesli, zeytinli poğaçalar; sandviçler, kekler, pastalar, börekler türlü çeşit… “Ya şundadır ya bunda” yaptık. Poğaçalarda karar kıldık. “Şundan, şundan, bir de şundan istiyoruz. Ha bir de şundan, vişneli olanlardan istiyoruz,” dedik! İstediklerimizi alıp yönümüzü eve çevirdik. Öğlen mahmuru bir kız kapının arkasında, iş yorgunu bir baba kapının önünde karşılaştılar, eve girildi! Baba elindekilerini kızına verdi. Bir “günaydın” öpücüğü aldı, kucaklaştılar! Mutfağa geçtik ki kahvaltı sofrası hazırlanmış, çay bile demlenmiş! Şaşırdık ama asıl şaşkınlığı, Babiş elimizdeki paketleri alıp da içindekilere bakınca yaşadı. “Ay sen benim ne sevdiğimi biliyorsun! Vişneli muffin! Unutmamışsın! Duygulandım şimdi! Ağlayabilirim!”Çocukl ar sanırlar ki babaları çocuklarının “vişneli muffin” sevdiğini unutur! Oysa ki olsa olsa ismini akıllarında tutamazlar!

 

Tavuk Beyti Yaptık!

Evimize neredeyse hiç tavuk girmezdi, çünkü sağlıklı olduklarına inanmazdık. Arada bir aklımıza estiğinde, birkaç parça ya da bir bütün “tavuk” alır, çorba yapar, çok çok kırk yılda bir fırında pişirirdik.

Tavuk uysal hayvandır, çalışkandır. Kafasını kaldırmadan bütün gün işini yapar, iki dönüm araziyi silip süpürür; ne kene bırakır, ne bit pire, ne de solucan; arada horozun horozlanmasını bile görmezden gelir, sadece yumurtlarken söylenir şimdilerde onu da ne duyan var, ne gören!

Bir de “tavukçuklar” var ki gün yüzü görmemiş ne kene bilir, ne bit pire, ne arpa yemiştir, ne buğday. Horozu bile tanımamıştır.

İşte onları marketlerde gördüğümüzde, görmezden gelirdik. Bir gün İstanbul Beyoğlu’nda ilk kez tavuk beyti yapan ve müşterilerine nefis bir tat sunan kebapçı geldi aklımıza ve evde tavuk beyti yapmaya karar verdik. İki parça tavuk göğüs aldık, kıyma olana kadar doğradık; pul biber, tuz ekledik. Ardından da enli tahta şişlerimize nakışladık! Urfa, Adana beyti gibi kebapların şişe geçirilip şekil verilmesine “nakış” denir ve kebaba atılan nakıştan hangi ustanın olduğu anlaşılır! Bizim beytimize gelirsek, kızımız babasının nakışını tanımış olmalı ki beş şiş yedi!

“Nasıl olmuş ihtiyar?”

Bir gün Kadıköy çarşıda “serbest gezinen tavuk” olduğu iddia edilen bütün bir tavuğu, yüklü bir para ödeyerek satın aldık. Eve geldiğimize Babiş’e gerçek tavuğu anlattık, dinledi ve dedi ki: “Babiş bunu ben pişireceğim!” Hevesini kırmadık! Epeyce bir süre mutfakta tavukla uğraştı, didindi ve ortaya bir tavuk yemeği çıkardı. Bize de sadece masayı kurmak kaldı. Bir günlük de olsa rahat ettik, yan gelip yattık tavuk pişene kadar! Masaya oturduk, serbest gezinen tavuğu yedik. Artık boynuz kulağı geçmişti! Tabii biraz sonra bizim merakımız gibi Babiş de merak edip, “Nasıl olmuş ihtiyar?” dedi, suratımıza gözlerini dikip yorumumuzu bekledi! “Valla ne yalan söyleyeyim, yediğim son tavuğun lezzetini hatırlamıyorum ama etinin sertliği aynen bunun gibiydi!” dedik, der demez de masanın en kötü kişisi olduk!  Zaten bizden başka da kimseler yoktu ki fikirlerini söylesin, onlar da kötü kişi olsun. Elde kaldık yani! Suçlu kişi ele geçirilince ne yapılır? Sorgulanır ve kendini savunur değil mi? Biz de bir suçlu gibi kendimizi uzun uzadıya savunup, gerçek tavuğun çok zor piştiğini, bunun kanıtının paçaları olduğunu, nasıl da sadece kemik kaldıklarını, etinin biraz sert ve lif lif olduğunu, renginin az biraz esmer olduğunu ama yenmesinin, hele suyundan içilmesinin büyük keyif olduğunu anlatıp, Babiş’i zar zor ikna edip, elinden kurtulduk! Ancak yaşlanıyorduk. Kzımız bedenimizde yorgunluk gözlüyordu ya da yedirip içirdiklerimizin pek kıymet-i harbiyesi kalmadı ki, “Bundan sonra pazarları yemeği ben yapayım,” dedi. Elinde de bir kitap, içinden pişirilecek olanı bile seçmiş: Biberiyeli tavuk! Babiş’i yemek pişirmekte hiç bu kadar hevesli görmemiştik. İç sesimiz diyordu ki: “Ulan dün bir, bugün iki. He desen, ne yiyeceğin belli değil; yok olmaz desen, kızın hevesini kırarsın ki olacak şey değil! Çaresiz, “Olur kızım,” deyince malzeme tespitine geçti ki çoğu ki evde çoğu yok! Ama olsun, insan bir şeye heveslenince hele de yakınlarından yeterli desteği görürse yapamayacağı şey yoktur. Markete bile gidilir, nedir ki şunun şurasında, iki adım arası! Babiş malzemeleri aldı geldi. Poşette Tavuk var hazır küp küp doğranmış domates konserve, közlenmiş ve soyulmuş konserve kırmızıbiber var! Yalnız biberiye yokmuş. “Nasıl olmaz koca markette anlamıyorum?” diye bize sorup, evde bulundurmamamızı kabahatimiz saydı! Bunun bir bedeli vardı tabii. “Çarşıya gidersin!” dedi. “Sen de gelirsen…” diye pazarlık yaptık. Kabul gördü, çarşıya gidildi. Niyetimiz oydu ki bu küçük akşam gezisiyle Babiş’e, yaşadığı “köy”ün en önemli çarşısını gezdirip “Ne nereden alınır, nasıl alınır?” dersi vermekti. Babiş tembel öğrenciler gibi dersi göz ucuyla izleyip yarım dinledi. Sonunda iyi bir aktar bulundu. Biberiye, evde kalmamış diye

köri ve kimyon alındı; alınmışken aktara saçlar için hintyağı da hatırlatıldı ki evdeki bademyağı ile karıştırılıp saçlara sürülsün!

Eve döndüğümüzde acıkma vakti gelmişti. Babiş hemen mutfağa yöneldi. Bir kuru soğan doğradı, iki diş sarımsak ekledi, bir havuç soyup kabaca dilimledi. Sonra da zeytinyağı, kırmızıbiber, karabiber, biberiye ve tuzu tavuk etiyle buluşturdu ve biberiyeli tavuğu yediğimizde, bundan sonra zaman zaman yemek yapmasına izin verme kararı aldığımızı söyledik Havalara uçtu!

Yayın yasağı var!

Çocuk önüne ne konsa yemez değil mi? Ya da çocukların çoğu böyle yapar! Peki, ana baba ne yapar? Onlar yesin diye saçını süpürge yapar, yesin diye gözünün içine bakar. Peki, tersi olunca ne olur? Yani çocuk pişirdi, baba yemek zorunda diyelim, peki o zaman kim mızmızlanabilir? İşte bir gün başımıza bu geldi! Kızımız artık yemek yapıyordu. Bunu yedi cihana duyurmuştuk. Ne Amerikalar kaldı ne Avrupalar ne de Arap Yarımadası… Herkes duydu! Yalnız pişen yemeklerin fotoğraflarını çekemiyorduk, yayın yasağı vardı. Çünkü görüntülerinden kuşku duyuluyordu. Fotoğraflar kötü çekilirse, yemeğin de kötü olduğu düşünülürmüş! Bir akşam için ayıptır söylemesi pirzola yemeye karar verildi, bu da bize söylendi; “Vapura binmeden haber ver!” diye de tembihte bulunuldu ancak unuttuk ve fırçayı yedik. Ne yapalım biz de çocuklaşmış olmalıyız ki sorumluluk sıfırlardaydı. Neyse ki vapurdan inerken yakaladı; “Aaaa hani haber verecektin!” dedi.

Korka korka eve girdik ki yemek daha yeni ocağa konulmuş! Oyalandık, arada canımız sıkıldı, sahanın kapağını açmaya yeltendik; “Karıştırma!” fırçasını yedik, çaresiz bekledik. Sonunda yemek pişti, sofraya oturduk, servis yapıldı. Başlarken, “Eline sağlık!” dedik, sofradan kalkarken tekrarladık. “Eline sağlık!” dedik, saygıda kusur etmedik. Ancak hiçbir zaman da “Biz pirzolayı ya ızgarada ya da fırında severiz, üstüne de dilimlenmiş domates, biber olursa bayılırız!” diyemedik. Sahanda pirzolayı

afiyetle yedik.

Gördüğümüz, yediğimiz kadarıyla sahanda pirzola şöyle pişirilmişti:

- Birkaç kalem pirzola, birkaç parça patates, birkaç çimdik

kekik ve az su…

- Pirzolaları yayvan kapaklı bir tencereye dizin, üstüne

kabuğunu soyup dilimlediğiniz patatesleri dörde bölün

kenarlara yerleştirin; kekik serpin üstlerine, birkaç

çimdik tuz da gezdirin su koyun doğru ateşe, yağ yok!

- Pişene kadar tutun ocakta, arada patateslere çatal batırın. (öyle yapıyordu ) haberiniz olsun pirzolalar daha kolay pişiyor.

- Servis yaparken mutlaka suyundan ekleyin. Ekmek banıp yersiniz ki nefis!

 

“Rus ruleti oynadık!”

Ne zaman ki “Babiş’e Yemekler” blog dünyasında yayımlanmaya başlandı sevgili kızımızla aramızdaki kavga da her geçen gün alevlenerek büyüdü!

 

Kavganın bir tek nedeni vardı o da Babiş’in, “Sen beni rezil ediyorsun!” kaygısıydı; ona göre yazdığımız üç beş yazıdan en azından biri, onu başka türlü anlatıyor, dolayısıyla blog kamuoyu önünde rezil olmasına neden oluyormuşuz! Ancak gelin görün ki her üç beş yazıdan biri de “Güzel yazmışsın! Ayy çok güldüm!” diye övgüler alıyordu. Buna anlam veremiyorduk! Hal böyle olunca her yazımızla okuyucu uğruna “Rus ruleti” oynamış oluyorduk! Nitekim Babiş bir gün dayanamayıp patladı: “Hadi bunu da yazsana, kendini de yazsana! Ne güzel alışverişler yaptığını

anlatsana!” dedi. “İntikam” soğuk yenen bir yemek olduğundan Babiş yemeğin tadını çıkarıyordu! Aslında kızımız haklıydı, babası akıllara ziyan işler yapıyordu ve azmadan olmazdı.

Efendim evlerden ırak olsun, sizlerin yanından bile geçmesin; o günlerde üstümüze öyle bir hal gelmişti ki ne yapsak ne etsek bu illetten bir türlü kurtulamıyorduk! Adı “beceriksizlik!” Yoğunlaştığı, en çok kendini gösterdiği alan da alışverişti! Hiç fark etmiyordu. Pantolon da alsak, peynir-ekmek de alsak durum hep aynıydı. Pantolonun ya bedeni yanlış alınmıştır, beli, daralttırmak boyu kısaltılmak için birkaç kez terziye gider; ya da peynir fazla alınmıştır ye ye bitmez, ekmek de zaten evde çokça vardır! Babiş’in “Yazsana!” dediği “mini bir skandal” olan mini fırın alışverişiydi. Mutfağımız küçüktü, dolayısıyla mutfakta olan araç gereçler de küçük olmak zorundaydı. Fırınımız da bunlardan biri idi. Zaten büyüğüne ne gerek vardı ki? Yediğimiz içtiğimiz neydi ki? Toplasan toplasan ya birkaç tavuk parçasını Babiş marine eder, fırına patatesle birlikte atardı ya da adam başı birer levreği tereyağı, kuru domatesle yağlı kâğıtla sarıp sarmalayıp, sağını solunu zımbalayıp, tepsiye dizeriz. Ya da çok çok Babiş ısrar eder, çipuraları ızgarasında pişirmeye kalkarız ki nar gibi kızarırlardı!  Bir gün yine balık alacağımız tuttu, değişiklik yaptığımıza inanıp löp etli, kılçıksız yayın balığı aldık. Eve gelince de ızgaraya dizdik ki salata eşliğinde baba-kız kendimize balık ziyafeti çekelim! Attık balıkları fırına, bekledik ki pişsinler! Balıklar ızgarada pişeceği yerde ne yapsalar beğenirsiniz? Arkadaşlar, yayın balığı inan olsun ki yangın çıkardı. Fırının her tarafını alevler sardı, yangını söndürdüğümüzde fırın kullanılmaz haldeydi! Tabii balıkları kurtarmak ve de aç kalmamak için yeni yollar bulmak bize düştü. Babiş’in söylenmelerine aldırmadık, balığı tavada pişirmeyi, yenilir hale getirmeyi başardık ama sonunda mini fırın da kapının önüne konuldu Fırın fırın olmaktan çıkmıştı, yenisini almak lazımdı.

Alım satım işini Babiş’e bıraksak sorun aslında çözülecekti ama bırakmadık! Birkaç gün sağa sola bakındık. Bütün mini fırınların aslında birbirine benzediğine, birinin fiyatı üçse, diğerinin bir olduğuna karar verdik. En sonunda bildik bir markanın fırınını, sağını solunu kontrol etmeden, seksen olan fiyatını, “peşin!” yetmiş beşe düşürerek satın aldık eve getirdik! Bize göre iyi alışverişti! Bir kere fiyatı sudan ucuz, üstelik ambalajından çıktığında anladık ki hafif mi hafifti! O kadar hafifti ki yerinde durmuyordu; ızgarası desen epeyce ferah, telleri arasında uçurumlar var, üstünde ne balık durur ne tavuk konar! Tepsileri desen kâğıttan hafif! Ancak fırının en önemli özelliği kapısının açık durmaması idi. Açıyorsun kapağını fırın alıp başını gidiyor.  Ya hemen kapamak lazımdı ya da bir elinle tutacaksın ki yerinde dursun, sen de diğer elinle işini göresin! Herhalde üretenler düşünmüştür ki: “Halkımız fırını kullanmayı bilmez, kapağı açık tutar, fırını soğutur en iyisi mi biz tedbirimizi alalım, ne olur ne olmaz!”  Neyse uzatmayalım. Anladık ki aldığımız fırın piyasada bulunabileceklerin en kullanışsızı, hatta sokağa atsan kaldıranı olmaz; nitekim atmıştık kaldıranı oldu mu bilmiyoruz!

Güveçte levreğe şamandıra atın!

Bir zaman geldi kızımız “balıksever” oldu ve neredeyse her gün balık istemeye başladı. Gün geçmiyordu ki “Baba canım balık istiyor! Uzun zamandır balık yemedim, somon canım çekiyor!” demesin. Biz de bu isteği karşılamak için Kadıköy çarşının yolunu tutuyorduk. Öncelik, talep edilen balıktı bu da genellikle somon, levrek, çipura, hamsi, hatta istavrit oluyordu. Bir gün akşam için levrek istendi, yeni bir pişirme yöntemi kullanarak güveçte levrek pişirdik! Efendim ayıptır söylemesi güveci Fas’tan getirdiğimiz için ve de gösterişine diyecek olmadığı için levrek sanki daha bir güzel oldu.

Tarifini merak ederseniz şöyledir

 

Malzeme 3 kişilik (bir de misafir var yani)

 

- 4 levrek

- İki limon

- Bir domates

- Bir kırmızıbiber

- Üç dört tane arpacık soğan

- İki diş sarımsak

- Beş altı tane karabiber

- Bir yemek kaşığı tereyağı

 

Pişirmesi:

- Bir domatesi rendeleyin, güvecin altına serin. Bu arada

güveç güveç diyoruz, ola ki bizim gibi gösterişli bir güveç kabınız yok o zaman da memlekette satılan yayvan bir toprak kap bulun, o da iş görüyor.

 

- Levrekleri yan yana dizin.

- Üstlerine halka halka limon, soğan, biber doğrayın

- Tereyağını bıçak yardımıyla birkaç parçaya bölüp ilave edip

- Önce harlı ateşte, sonra da kısık ateşte bir yarım saat kadar pişsin. Bu arada su koymayın, domatesin suyu yetiyor! Unutmayın, levreğin suyuna banmak için mutlaka sofrada kalın dilimli tok ekmek bulundurun. Kızımız bayılıyordu buna; bir başka deyişle güveçte levreğe “şamandıra” atmaya!

Hayır işlemek sevaptır!

Çocuk yetiştirmek zor! Hani zamanında Milli Eğitim bakanlarından biri “Okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim!” demiş ya onun gibi bir şey! Kimi babalar için çocuk olmasa babalık ne güzel! Oh, yan gel yat! Adın baba ama çocuğun yanında yok. Yani var ama sen uzaktan seviyorsun, böyleleri o kadar çok ki!

Bizde bir çocuk vardı, üstelik bizimle yaşıyordu. Adı da ”Babiş!” idi. Kızımız diye söylemiyoruz, güzel kızdır hoş kızdır da o zamanlar az biraz sözünde durmazdı. “Daha acıkmadım,” der; der demez acıkır, iki ayağımızı bir pabuca sokardı. “Yerim yerim,” der, yemezdi! Koca koca tencereler yolunu gözlerdi! Üstelik bu durum ne bir ne ikiydi, her geçen gün artarak devam ederdi.

Tacirin Eline Düşmüş Köle

Bir akşam işten biraz erkence çıktık. Niyetimiz eve gidip “Odasına boya badana yaptırdı; yerleştirme işine, temizliğine yardım edelim, sevaptır, hayır işlemiş oluruz,” idi. Öyle de yaptık, işlerin ucundan tuttuk, Babiş’in deyişiyle de “bayağı işe yaradık” sadece en büyük işin üstesinden gelemedik, karyolasını sökmeyi beceremedik! “Olsun zararı yok!” dedi. Biz de bu hoşgörü üstüne mutfağa yöneldik. Bir gece önceden ıslattığımız, Babiş’in yemek için ”garanti” verdiği nohut yemeğinin pişirme kısmını kotarmaya giriştik. Giriştik girişmesine de biz daha tencereye bolca tereyağı koyup, kuru soğan eklemiş, pembeleşmelerini beklerken, sevimli kızımız “Karnım acıktı!” diye söylenmeye, ardından da tacirin eline düşüp de aç susuz kalmış köleler gibi görüntü sergilemeye başladı. Çaresiz, tencerenin altını söndürüp, yeni yatağa yeni yastık da lazım düşüncesinden yola çıkarak, Babiş’le birlikte sokağa vurduk kendimizi ki niyetimiz “yolda yemeğe kadar az bir atıştırmalıkla açlığını bastırmak, dönüp geldiğimizde de baba-kız nohuda ve bulgur pilavının başına, turşu ve de kuru soğanla birlikte oturmak” idi.

“Yerim valla yerim!”

Babiş’e önce yastık alındı, ardından da hemen karşı sıradaki börekçiye atıştırmalık için girildi. Babiş bir porsiyon peynirli kol böreği istedi. Biz de kıymalı az kol böreği ile yetindik. Babiş karnını tıka basa doldurdu, böreğin yanında çayını da içti; bize de hala söz vermeye devam edip, “Yerim yerim valla nohut da yerim akşama,” dedi. Baba-kız evimizin yolunu tuttuk. Tahmin ettiğiniz gibi akşam nohutla bulgur pilavını tek başımıza yedik! Allah’tan evde şişe şişe madensuyu vardı!

 

“Şükürler olsun!“

“Bir insan daha var, çok şükür,

Evde nefes var...

Ayak sesi var, çok şükür, çok şükür...”

Orhan Veli bu şiiri kimin için yazmış bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey vardı ki, evimizde şükredecek ayak sesleri bir de ses vardı. “Hani sana risotto yapacaktım?” der. Uzun zamandır tekrar edilen bu serzeniş “Hele dur bakalım. Nasıl yapacaksın, içine neler konuluyor? Malzemeleri hazır edelim olur.” telaşımızdan uzunca bir süre her pazar evin duvarlarında yankılanıp dururdu. Sonunda et suyunu, pirinci, tereyağını, kaşarı, kuru soğanı hazır edip Babiş’e,“Hadi mutfak senin,” dedik.

 

Kızımız risotto yaptı!

Baba kızın mutfakta yan yana çalışmaları pek keyifli oluyormuş. Akıl edebilseydik ya da en azından Babiş’in mutfakta bu kadar yetenekli olduğunu tahmin etseydik şimdiye çoktan pazarları bir köşede oturup yemeğin hazır olmasını bekliyor; hatta arada divanda şekerleme bile yapıyor olurduk. Ancak gelin görün ki bize doğru gelen bu düşünce, baba kılığına girince pek doğru gelmiyordu.

“Ya elini yakarsa?”, “Mutfakta saçlarını toplamıyor ki! Yemek bir taraftan yapılır, bir taraftan da etraf toplanır, o bunu daha bilmiyor ki!” vesvesesi bir türlü peşimizi bırakmazdı. Ancak kızımıza bir fırsat vermek gerekiyordu ve sonunda verdik. Böylelikle kızımız mutfağa bir yemeği başından sonuna kadar yapmak için el koydu!

 

Mantarlı Karides

Mutfağımızda bir yabancı olunca, önce bir köşede oturup seyrettik, arada bir şey sorulunca düşüncemizi belirtip “Olur olur, o tencerede olur,” dedik. Kızımız soğan doğrarken “parmaklarını keser” diye telaşlandık; sonunda baktık ki her şey yolunda gidiyor, ayakaltında fazla dolaşmamak ve kendi hünerimizi de göstermek için tezgah başına geçtik. Bir tavaya tereyağı koyup önceden soyulmuş ve de hazır edilmiş domatesleri, yeşilbiberle çevirdik. Karidesleri kattık içlerine, ardından da küçük küçük doğradığımız mantarları ekledik. Bir diş sarımsakla tatlandırdık. Biri bize, biri kızımıza, iki küçük güveçte fırına sürdük; zamanı gelince de üstlerine rendelenmiş kaşar koyduk hem görüntü hem de lezzet versin diye… Risotto yapmışlığımız yoktu ama bir iki yemişliğimiz vardı. Konuya merakımızdan göz ucuyla Babiş’i seyrediyorduk. Tavada önce tereyağını eritiyor, sonra küp küp doğranmış soğanları ekleyip çeviriyor; zamanı geldiğine hükmedip, yıkanmış ve de durulanmış pirinçleri ekliyor ve bu karışımı durmadan karıştırıyordu. Risottonun püf noktası, hiç durmadan malzemeleri çevirmekmiş. Bir de ara ara suyunu çektikçe bardak bardak et suyu eklemekmiş. Babiş bütün bunları harfiyen uyguladı ve en sonunda risottosuna rendelenmiş kaşar koydu ve seslendi: Babiş yemek tamam!

Sofrayı hazırladık, iki servis açtık. “Öküzgözünü” de bardaklara doldurduk ve neredeyse aylar sonra Babiş’le birlikte masaya oturduk!

Kızımız diye söylemiyoruz, yemek konusunda yeteneklidir. Risotto nefis olmuştu ve iki tabak yenilmeyi de hak ediyordu. Bizim karides güveçse risottonun yanında pek bir sönük kaldı. Yemeğin sonunda Babiş, yorumunu hiç esirgemedi, “Güveç az biraz sulu olabilirdi Babiş!”

 

“Mutfak sizindir teslim etmeyin!”

İki insanın arasına “ikilik, rekabet” girdi mi bir daha o ilişkiden hayır gelmez! Boşuna mı eskiler, boynuzun kulağı geçmesine bir türlü izin vermezmiş, öğreteceklerini hep bir eksik öğretirlermiş ki diplerinde kimse yeşermesin! Bildikleri vardı mutlaka ama bildiklerini biz bilmiyormuşuz! Bilsek son zamanlarda yaptıklarımızı hiç yapar mıydık? Tutup evdeki tek rakibimize mutfağı teslim eder miydik? Kendini göstermesine olanak verir miydik? Vermezdik herhalde. Ancak bu hatayı yaptık, pişirdiği risotto bloğumuz aracılığıyla bütün yurda, “yavru vatan”a, Avrupa’ya, hatta kıtalara yayıldı ve tabii bilumum ablalar övgüler yağdırdıkları yetmiyormuş gibi ‘’Boynuz kulağı geçermiş’’ sözünü hatırlatıp eklemeler bile yaptılar.

 

“Anlaşılan Küçük Babiş, Büyük Babiş’i mutfak işinde sollayacak!”

“Küçük Babiş’ten yeni yemek denemeleri bekliyoruz, iletin lütfen!” “Kızınızın maşallahı var, belli çok yetenekli!” gibi…

Mesajları okudukça bizi aldı bir telaş! Babiş okumuş çocuk dil biliyor, dünyayı takip ediyor, böyle giderse gün gelecek yemeklerimizi beğenmeyecek! Nereden ele geçirmişse şifremizi de biliyor, bloğa gelen yorumları okuyor, okudukça da havalara giriyor… Yediğine içtiğine daha bir dikkat eder oldu. Hatta “Zahmet edip içine kaşar rendeleseydin daha güzel olurdu!” diye arada pişirdiklerimize laf bile sokuşturur hale geldi.

Yaşamımız başparmağının ucundaydı!

Baktık olacak gibi değil, durumu toparlayıp “Öyle bir yemek yapayım ki söyleyecek söz bulamasın!” dedik ve bir koşu çarşıya koşturup, somon, ıspanak ve krema aldık. Niyetimiz kremalı ıspanağa yatırılmış, güveçte somon pişirmekti. Gerçi daha önceleri de ateşe dayanıklı cam kaplarda yapmışlığımız vardı ama bu kez görseli daha “vurucu olsun” diye balık şeklinde güveç kullandık.

Havalar soğumuştu, farkında değilmişiz; ıspanakları soğuk suyun altında yıkarken öğrendik ve ıspanağı haşlar gibi, sıcak sudan geçirdik. Tereyağında az biraz kavurduktan sonra kremayla hemhal ettik! Somona bir şey yapmak gerekmiyordu. Balıkçı yapacağını yapmış, bir parçasını fileto çıkarmıştı, üstelik güveçle de renk uyumu vardı. Somonu enlemesine, sağını solunu ıspanakla destekleyip yatırdık. Güveç fırında yirmi dakika kaldı kalmadı, kapının zili çaldı, açtık ki “mutfaktaki rakibimiz!”

Karnı çok açmış, hemen TV’nin karşısına geçip yemeğini istedi. Aradan az bir zaman geçti geçmedi, salonda divanın üstünde kraliçe edasında oturan kız, sağ başparmağını havaya kaldırdı; bekledi bekledi “Ölüm ölüm!” diyerek kan görmek isteyen halkı arenada temsil etti, coşkularının artmasını bekledi. Ancak bu bekleyiş uzun sürmedi, üstüne oturduğu bacağını yere indirerek ayağa kalkıp beyaz mendilini ölüm bekleyen gladyatöre fırlattı. Rahatlamıştık bu cesaretle, “Eğer bir gün başparmak aşağıya doğru inerse, yemek yapmayı bırakırım ona göre,” dedik. Bir el hareketi yaptı ama bir anlam veremedik!

Niyet başka kısmet başka!

Yufka ile tanışmamız yenidir. Tanışınca da bazen dörde, bazen sekize böldük; üçgen kestik, rast gelirse kızımıza patatesli, bazen kıymalı bazen ıspanaklı peynirli börek yaptık. Bir gün pazı sardık, dolma yaptık. Kökleri, biraz da yaprakları arttı, atmadık. Haşlayıp koyduk bir kenara ki canımız çekerse kavuralım, üstüne yumurta kırıp, yumurtalı ıspanak niyetine yiyelim, nefsimizi köreltelim. Öteden beri yumurtalı ıspanağı, severiz. Pişirmesi kolaydır. Tavada kavurmaya başlarsın az zeytinyağı ile bir iki çimdik pul biber, tuz atıp indirmek üzereyken üstlerine iki yumurta kırıp ıspanakla yumurtalar hemhal olana kadar pişirirsin. Pek hoştur, pek lezizdir böylesi. Biz yumurtası karıştırılmışı severiz. İşte o gün pazıyı, ıspanaklı yumurta niyetine yememeye karar verdik. Tam o sıra aklımıza yufka düştü dedik ki; “Pazıya bir yufka yeter. Birkaç tane börek yaparsın, adını da pazılı

börek koyarsın, hem Babiş’e de hava atarsın, yeni bir börek icat ettim diye!” Bir yufka için çarşıya indik, hem böylelikle birkaç adım da atmış olduk. Yalnız dükkan sahipleri bir yufka alana kötü kötü bakıyormuş bunu da öğrendik.

 Çarşı dönüşü yufkamızı tezgâha serdik. Önce ikiye, sonra dörde böldük. Bölünmenin yeterli olduğuna kanaat getirince de kavurduğumuz hafif karabiberli pazıları, dört eşit parçaya bölüp yufkalarla bir güzel sarıp sarmaladık ve yağlı kâğıt serip fırın tepsisine yan yana dizdik. Bir yumurtanın sarısını çırptık, fırçayla yufkaların üstlerine sürdük; en üste de beyaz susam gezdirdik ki güzelliğinde kusur aranmasın! Babiş’in gelmesine yakın fırını yaktık. Övünmek gibi olmasın ama böreklerimiz nar gibi kızardı.

Babiş okuldan geldi içimizden diyoruz ki, “Tam börek yenilecek zaman. Okuldan aç gelinmiş ana yemeği beklerken ağza atılmalık!” Amma velakin hayatın kendisi niyetlere göre sürüp gitmiyor ki her şeyin kendi doğası kendi işleyişi var! Şansızlık bu ya, Babiş’in doğası da o günlerde biraz kendine dikkat etmek istiyormuş! Bizimse kiloyla derdimiz, beğenenimiz yoktu. Bütün börekler bize kaldı.

“Sen hiç kek yaptın mı ki?”

Babiş çayın kahvenin yanında çeşit çeşit fırınlardan ya da pastanelerden alınmış keklerle, çoğunlukla da vişneli muflinlerle nefsini köreltmeyi severdi. Bazen de kendi tezgâh başına geçip, ne pişirdiyse onu çayına katık ederdi!

Günlerin birinde adı “acemi” ama kendi büyük bir aşçı olan, çok sevdiğimiz bir blogta, “ıslak kek” tarifine rastlayınca sanki şeytan dürttü. İşten çıkar çıkmaz doğruca marketin yolunu tuttuk, tarifteki malzemeleri aldık. Bu kez tezgâhın başına geçmiştik ki salondaki muhalefetin hoş olmayan sesi gelmeye başladı.

“Ay sen şimdi de kek mi yapıyorsun? Hiç kek yaptın mı ki? Kek yapmayı kolay iş sanma!”, “Kalıbı yağla yoksa yapışır!”, “Kabartma tozu koydun mu?”

Çok muhatap olmadık sataşmalara ve de uyarılara ama harcın kıvamını gösterdik o da elindeki işe ara verip mutfağa geldi. “Biraz daha un kat, biraz daha kat,” diye diye bizi yönlendirdi! Ancak biz ısrarla ölçüden vazgeçmedik, malzemeye sadık kaldık.

- Önce bir yumurta kırdık derin bir kaba. Aksilik bu ya evde toz şeker de kalmamıştı. Biz de on beş küp şeker kattık yumurtalara ve başladık birbirine yedirmeye, yumurta ile şekeri çırpmaya.

- Ardından bir küçük paket süt ve göz kararı zeytinyağı ekledik karışıma.

- Bu kez el kararı un ile tarifteki gibi bir paket kabartma tozunu birlikte eledik ama niye elediğimizi anlamadık çünkü hiçbir faydasını görmedik, neyi döktükse öbür taraftan olduğu gibi çıktı ve tarife sadece burada bağlı kalmış olduk!

- Son kez de daha önce rendelediğimiz, kabuğunu soymadığımız bir elma ile sadece kabuğunu rendelediğimiz bir limonu az biraz toz tarçınla karışıma ekledik. İyice karıştırdık ve harcı yağlanmış kek kalıplarına altı eşit parçayla döktük el kararımıza da şapka çıkardık. Ancak Kızımız nedense bu böbürlenmeye ses etmedi!

- Fırınınız bizimki gibi sadece bir sac parçası değilse, 170

derecelik ısı ve 40 dakikalık pişirme süresi kek için yeterlidir.

Ancak Babiş’ten fırça yemeyi göze alarak fırın kapağını açtık ve piştiğine inandığımız keki kalıbından şıp diye çıkardık!

 

“Şekeri az, elma ise kaybolmuş!”

Biz bütün bunları yaparken, Babiş yoğurtlu, sarımsaklı mantısını kaşıklıyordu. Yemeğini bitirir bitirmez de fırından yeni çıkmış sıcak kekin tadına baktı ve hemen notunu verdi; “Şekeri az olmuş, limon tadı geliyor, elma ise kaybolmuş. Bir dahaki sefere vişneli yapar mısın?”  Şimdi deseniz ki “Niye ölçü kullanmıyorsun be birader?” deriz ki “Ölçü bize göre değil, bizi bozar!” Kendimizi bildik bileli el kararı ile idare ederiz, neye gerek ölçü? Biz ne bulduysak onunla idare edenlerdeniz!” Yoksa sizi ellerinde oynatırlar, ele güne “maskara” olursunuz. İyi de bizde ne “strateji” vardır ne de “taktik!” Bunları hayatımız boyunca kullanmadık. Üstelik bir çocuk babasıydık, deneye yanıla el yordamı ile yolumuzu bulmaya çalışıyorduk.

Ana babaysanız “strateji bilmelisiniz!’’

Bir sabah kahvaltıda sürpriz yapmak istedik! Aslında emrivaki bir durumdu, altında bir hinlik vardı! Babiş, böreği çöreği çok lezzetli, kışkırtıcı, en önemlisi televizyon karşısında kolay lokmalar oldukları için her fırsatta isterdi. Ne zaman önüne konulsa, “Hayır!” demezdi. Yalnız her hamur işi de öyle hemen kabul görmezdi. Mesela peynirli su böreğini seviyordu da kıymalı olanını sevmiyordu. Ancak kıymalı sigara böreğine “Yerim,” diyordu hele de yoğurtlu olursa. Yani durum biraz diplomasi gerektiriyordu ve derdimiz, kızımız damağımızdan lezzet onayı almış tatları tatsın istiyorduk. Güya ona “gurme” yanımızı da aktaracak, bir baba olarak üstümüze düşenleri harfiyen yerine getirecektik. Ancak o da bu konuda kendi damak zevkine, kendi gurmeliğine güveniyordu.

 

İstanbul börek cennetidir, bu güzel lezzetin her çeşidini her yerde bulursunuz. Biz böreklerimizi özellikle kıymalı suböreğini ya Karaköy Güllüoğlu’nda ya da Kadıköy Bilgeoğlu’nda yeriz. Özellikle de sabahın erken saatlerinde… Planımız şuydu” Sabah erken kalkılacak. Bilgeoğlu’na gidilip ilk tepsiden peynirli ve kıymalı su böreği alınacak. Ancak biz sevdiğimiz için kıymalı olanı biraz fazla tutulacak, koşturarak eve gelinecek ki börekler soğumasın! Öyle de yaptık, yalnız eve gelince biraz gürültü oldu ki börekler soğumadan yenilsin. Çaydanlıklar kendiliğinden birbirine çarptı, terliğimiz biraz fazla şıpırdadı, haliyle bir ev gürültüsü ki fazlası uyuyanı uyandırır. Aslında vakit uyanma vaktiydi. Yoksa fazlası tembellerin uykusuna girerdi ki evde öğlenlere kadar uyuyan tembelimiz yoktu çok şükür!

 

“Babiş günaydın!”

“Günaydın Babiş!”

“Kahvaltıda ne yiycem?”

“Börek!”

“Neli?”

“Peynirli ve kıymalı su böreği…”

“Bana peynirlisinden…”

“Olur…”

“Çay ister misin?”

“Hayır, ben su içicem!”

Sabahın ilk diyalogu böylece gerçekleşmiştir. Ancak Büyük

Babiş hedefe hain adımlarla ilerlemektedir ki biraz sonra salondaki

ses, mutfağa kadar ulaşır.

“Babaa, ben doymadım!”

 

“Börek var ama kıymalı, yersen vereyim!”

“Olur!”

“!!!!”

Uzun süren bir sessizlik ve ardından, “Baba kıymalısı da çok güzelmiş bunun!” yorumu havada asılı kalır. Kısa süren bir sessizliğin ardından mutfaktaki Büyük Babiş keyiften dört köşe, “Afiyet olsun kızım!” der. Taktik üstünlük işe yaramış, bir lezzet mevzii daha kazanılmıştır!

Şükürler olsun ki Babiş var! Sayesinde babiseyemekler.blogspot.com‘da nice yazılara imza attık, gün geldi okunma rekorları kırdık, hatta ufaktan ufaktan “şöhret”i bile bulduk. Ancak siz siz olun kanmayın bu “şöhret” böbürlenmelerine… “Şöhret” dediğin nedir ki? geldiği gibi gider korumasını

bileceksin! Bunun için çok çalışacaksın, çok üreteceksin ama en önemlisi Babiş formunda olacak ki ortaya yazı çıksın! Yoksa ondan bir kaşık, bundan bir tutam yaz yaz nereye kadar? Kim okur? Yani dememiz o ki bir zaman çok yoğunduk, var olan “haklı” şöhretimizi korumanın yollarını arıyor kendi kendimize hayaller kurup “Daha fazla artsa kötü mü olur?” diyorduk ama durmadan da Babiş’in ağzının içine bakıyorduk! Açsa doyurup, toksa “Yarın ne istersin?” sorusunu sorup, istekler alıyor, yorumlar duymak istiyorduk. Çoğunlukla da satır aralarını okumaya çalışıyorduk çünkü satır aralarında çok anlam yüklüdür.

Bir sabah bu duygular içinde uyandık, uyanır uyanmaz da kızımızı mutfakta bulduk! Akşamdan bize sözü vardı, dün gibi bugün de kahvaltı edecek, hatta hatırımızı kırmayacak iki dilim ekmek birden yiyecekti!

Sabah sersemliğinden olsa gerek unutmuştuk! Babiş mutfakta, o tahta gibi yassı, “kraker” denilen tatsız tuzsuz şeyleri yiyordu, tabii ki ses etmedik! Çünkü öğrendiğimiz bir başka şey daha vardı ki tatlı da olsa başına durduk yerde bela almayacaksın.

Hele ki sabah sabah! Kendine laf getirtmeyeceksin, kendini sevdirmenin yollarını arayacaksın! Biz de öyle yaptık verdiği sözü unuttuk, geceden kendi verdiğimiz sözü yerine getirmek için kolları sıvadık, son günlerde çok popüler olan, “Üç gün yeter!” dediğimiz ama bir oturuşta tüketilen kabak

mücverimizin hazırlıklarına başladık!

,Mücverden Suşiye!

 

- Bir kabağı rendeledik, üstüne bir iki taze soğan, on beş yirmi

dal maydanoz doğradık. Bir yumurta kırdık içine birkaç kaşık un attık. Bu arada belki

“Akşam için Babiş’in gönlünü çeleriz,” diye de daha önceden

ayıklayıp temizlediğimiz bamyaları ortaya çıkardık, niyetimiz

nohudunu haşladığımız, kuzu etini hazır ettiğimiz etli bamyayı

mücverin arkasından pişirmekti. Ancak niyet başka, hayat başkadır. Uslanmamışız ki Babiş kapıdan çıkmadan bombayı patlattı: “Babaaa, benim canım çoktandır suşi çekiyor!”

Bu bizim gibi kızı uğruna saçını süpürge etmiş bir babaya söylenecek laf mıdır? Şoke olduk! Babiş hayatı boyunca Demokles’in kılıcı gibi başının üstünde sallanacak bu lafı etmeyecekti!

 

“Beğenmezsem kızma, baştan söliyim!”

Öyle çok börek çörek yapmazdık, çünkü pek bilmezdik! Zaten kızımız da beklemezdi. Dolayısıyla bünyelerimiz hamur ihtiyacı duyarsa dışarıdan alır, afiyetle yerdik! Genellikle suböreği favorimizdi ama arada sırada ıspanaklı, patatesli de almışlığımız olurdu. Bir gün ”Hadi tembellik etmeyelim, hem denemiş de oluruz,”diye, internette bir hanımın tarifini verdiği, pek de methettiği sodalı su böreğinden yapalım istedik. “Hem bu vesile ile Babiş’in

de gözüne gireriz ki kötü mü olur?” diye düşündük. Bu arada “yemek yaparak Babiş’in gözüne girme” çabamızı da garipsedik! Bunu sürekli yapıyorduk. Ne ise Kadıköy Çarşı’ya gittik, kollarımız dolu dolu gelip

mutfağa girdik! Bizi tezgâh başında gören kızımız, “Ay sen yufka almışsın, ne dolaplar çeviriyorsun yine? Bak ne yapacaksan yap ama beğenmezsem kızma, baştan söyliyim!” dedi, tehdit savurdu!

Söylenenlere kulağımızı tıkadık, işimize baktık. Bir yufkanın yarısını seramik fırın tepsimize yaydık, kalan yarısını da onun üstüne örttük; dolaptan kimseler yemediği için dondurucuda sakladığımız tulum peynirimizi çıkardık, yufkaların üstüne bolca serperek yaydık. Kalan bir yufkayı da yine ikiye böldük, ilk önce ilk yarısını sonra diğer yarısını peynirlerin üstüne serdik.

Baktık ki görüntü hiç fena değil umutlandık! Bu arada mümkün olduğu kadar tarife sadık kalmaya çalıştık. Gerçi böreğimizi yaparken sadece peynir kısmında az biraz sapma olmuş, beyazpeynir yerine tulum kullanmıştık ama “O kadarı da olur ev hali!” dedik, aldırmadık! Yapmaya çalıştığımız işe odaklanıp bir şişe sodayı böreğin üstüne boşalttık sonra yarım saat dinlenmesi için dolaba kaldırdık. Arada bolca tereyağı erittik, soğuyunca içine bir yumurta sarısı kırıp karıştırdık. Son işlem olarak da artık sodayı çekmiş böreğin üstüne tereyağı ve yumurtayı döktük, tepsimizi 250 derecelik fırına sürdük yarım saat pişti!

“Peynirini fazla koymuşsun!”

Babiş o gün kandile rast geldiği için oruçluydu. “İbadet edene

hizmet etmek sevaptır!” deyip; çorbaydı, etti, salataydı, bir sürü

şey hazırlamıştık ama bütün umudumuz sodalı böreğimizdeydi. O hevesle iftar vaktini bekledik ki “Aferin!” alalım! Böreği aldık fırından, dilimleyip bir tabağa koyup, “Şunun tadına bak bakalım, nasıl olmuş?” dedik. İlk lokmayı yedi. Tepki bekledik lakin renk vermedi. Belli ki oruç ağız, ağzını bozmak

 istemiyordu. Kısık bir sesle, “Babacığım peynirini biraz fazla koymuşun!” dedi, yemeğe devam etti.

Böğürtlenin plasebo etkisi

Babiş’in bir gün ağzında aft çıktı, bunu telefonda anneannesine

söylemiş, eski kadın tabii hemen bir doğal reçete verip, “Afta

karadut iyi gelir,” demiş. Babiş de bunu bize söyledi. Kadıköy

Çarşı’da dolandık durduk, karadut yok! Ona çok benzeyen böğürtlen

vardı. “Aradaki farkı nereden bilecek ki?” deyip, bir paket

alıp eve geldik. Yedi böğürtlenleri ama bir yandan da söyleniyor.

“Baba bunlar hiç duta benzemiyor!” Bozuntuya vermedik.

“Kızım karadut işte zaten zor buldum, ye bitir şunları!” dedik

üstelemedi, bitirdi böğürtlenleri. Birkaç gün sonra ağzında

aft kalmadı! Yıllardır plasebo etkisinin nasıl bir şey olduğunu

bu örnekle anlatır durur arkadaşlarına…

“Yemeğini yer misin?”

Bir yaz günü, arkadaş aracılığıyla tatil için bir devlet kampına gitmiştik ama Babiş’in huysuzluğu üstündeydi, bir türlü yemek yemiyordu. Çareyi “beyaz” yalanda bulduk. “Burada yemek yemeyenleri, denize atıyorlarmış!” dedik. Babiş bir daha “Kızım yemeğini yer misin?” lafını söyletmedi. Eee, babaların

yeri geldiğinde her zaman ellerinin altında bulunduracakları plaseboları vardır. Bu da sözle olanıydı. Bu arada bu çocuk milletine (ki millettirler, kendilerine göre hepsinin kullandığı ortak bir dil ve davranışları vardır. Ancak güven olmaz. Çünkü bir hafta iyi giden arkadaşlık, baba-kız muhabbeti aniden tersine döner; hiç hesapta olmayan fırtınalar çıkar, yüzler kararır, sesler eser, gürler! Daha önce anlatmıştık, zor yılımızdı. Babiş bütün hafta boyunca okula, gelince de dershaneye gidiyordu; ne hafta sonu

vardı ne tatili… Gecesi gündüzü birbirine karışmıştı. Biz de günde beş araç değiştirip, sabah işe gidip, akşam beş araçla geri dönüyorduk! Eve geldiğimizde de daha önce pişirip bıraktığımız yemeğini yemiş, çalışma masasının başına geçmiş, ders çalışıyor buluyorduk. Rahatsız etmemek için mutfaktaki yerimize geçip, bir kenarda yemeğimizi yiyip, kendi kendimizle

sohbete dalıyorduk! Dolayısıyla konuşulacak konu olunca, o yanımıza gelip, mutfak tezgâhının üstüne çıkıyor, başlıyordu okuldan, derslerden ve bunlar için çok ama çok gerekli olan “motivasyon”dan söz etmeye!

Bir akşam yine mutfağa geldi, konuşmaya başladı. Konu değişik. Der ki “Baba televizyonda nefis bir tarif gördüm pazıya sarılmış dil peynirli biftek ama döküm tavada pişirdiler! Et böyle cosss coss, yol yol oldu. Biz de bir

döküm tava alalım! N’olurrr!”

“Kıızım pere yok pere!”

“Niye?”

Çünkü bütün pereler kızımızın eğitimine gitmişti! Ancak onca çabamız boşa gitmemiş ki Babiş Kürtçe söylediğimiz “pere” lafından ne anlatmaya çalıştığımızı anladı. Bütçemizi zorlama isteğinden vazgeçti, konu kapandı. Herkes kendi dünyasına döndü. Biliyorsunuz bizim bir bloğumuz vardı ve orada yeme içme maceralarımızı anlatıyorduk ama son zamanlarda biraz sıradanlaştığımızdan anlatacak pek bir şeyimiz olmuyordu. Biz de birkaç gün bekledik ve maceralar ardı ardına sökün etti.

“Sabah sabah tatlı belaya bulaşma!”

Bir bakarsınız, sizinki sabahın köründe, divanın üstünde; “Bayram tatili evin tadını çıkarıyor,” diye düşünürsünüz! Duruma bakınca anlaşılan o ki erken kalkılmış, bir film bitirilmiş, bir başkasına başlanmış ve elimizde de bir paket çikolata… Empati yapmaya çalışır dersiniz ki, “Keyfi yerinde! O zaman sana ne oluyor? Sabah sabah keyfini kaçıracak ne olabilir ki?” Buna da şükretmelisin, yoksa daha günaydın demeden, “Ben kahvaltı etmiycem!” lafı gelir ki asıl sinir bozucu olan odur. Bu kesin bir hükümdür. İster uy istersen uyma. Tersini yapmayaçalış, başına gelecekleri görürsün! En iyisi, “Sen bilirsin kızım,” diyerek durumu kontrol altına almaya çalışmaktır. Yoksa niye sabah sabah bulaşasın ki tatlı da olsa “bela”ya! “Tamam,” der geçersin.

Bir başka sabah da beklersiniz ki kalksın da kahvaltı etsin. Oysa siz vakitlice kalkmış, tek başınıza kahvaltınızı etmiş, bilgisayarın başına oturmuş; bir çay, iki çay, üç derken neredeyse, “çayda çıra” oynar hale gelmişinizdir. Ancak ne kalkan vardır ne ses veren! Sıkılırsınız, sonunda kendinizi sokağa atarsınız.

 

“İnsan kızına suböreği alır!”

Babasınız, aklınız evde kalmış; ayaklarınızı, kızınıza göre en güzel suböreği yapan pastanenin önüne yönlenmiş bulursunuz. Bir dilim, iki dilim derken dört dilim suböreğini paket yaptırtıp, evin yolunu tutarsınız ki hanımefendi biraz sonra karşınıza dikilir. “Sen kapıyı açınca uyandım, günaydın!” der. Artık neredeyse öğlendir ve haliyle acıkılmıştır. Şimdi en büyük merak konusu “Ne yiycem?” dir. Ancak geç kalkmanın mahcubiyetiyle bu soruyu babaya sormadan mutfakta şöyle bir dolaşmak ve de buzdolabında eşelenmek en doğrusudur. Ne de olsa sürprizlerle doludur hayat!

“Baba inanmıyorum, böyle bir şey olamaz. Daha sana diyecektim ki insan dışarıya çıkmışken kızına suböreği alır!”

Git Gel Çevir!

Biz baba-kız zeytini çok severiz. Ancak her zeytini değil. O

irili ufaklı kapkara, tuzlu zeytinleri hele hiç değil. Bizim zeytinimiz ya Antep-Urfa ya da Antakya zeytini olmalı ki yiyebilelim, yoksa diğerlerini kızımız “yenmez” ilan edip bir kenara bırakır, ardından da tüketmesi bize düşerdi!

Bir bayramda Cunda’dan büyük bir hevesle aldığımız, ilk defa tattığımız çevirme zeytin, “fazla tuzlu” diye yenmedi. Tuz sever bir arkadaşa verildi. Ancak bu çevirme zeytinin daha çok çevirme kısmı hoşumuza gittiğinden, denemek için zeytin hasadını dört gözle bekledik ve kasım sonu zeytinler toplandı, çarşı pazarda baş gösterdi. Yeni keşfettiğimiz, Kadıköy’de eski Salıpazarı’nın kenarında bir dükkânımız vardı o zamanlar. Antep’ten gelmiş

peynir, zeytin, fıstık, bulgur, mercimek, pirinç, taze acı biber, gerçek nar ekşisi; aklınıza ne gelirse satılırdı. Bir keresinde bir bidon Antep zeytini alıp baba-kız bütün bir kış tüketmiştik. Bir gün uğradığımızda hem salamuraya yatırılmış bidon bidon zeytin hem de yeni dalından koparılmış Antep zeytini bulduk. Tercihimizi işlenmemiş zeytinden yana kullanıp, üç kilo zeytin alıp evin yolunu tuttuk. Zeytin işlenmemişse çeşit çeşit yöntemle tatlı hale getirip, istediğiniz gibi tüketebilirsiniz. Nitekim biz üç çeşit zeytin kurduk:

- Bir kavanozu zeytin doldurup üstüne sadece su çektik.

Ne tuz koyduk ne de limon. Yani salamuraya niyetlenmedik, kavanozu bir kenara kaldırdık.

- Unutmayın bu tür zeytinin suyunu ne kadar sıklıkla değiştirirseniz o kadar çabuk tatlandırırsınız.

- Bir kavanozu da çevirmeyi denemek için zeytinle doldurup, üstlerine kaya tuzu ekledik. Gidip gelip çevirdik, çok keyifliydi!

- Bir başka kavanozu da tezgâhta kırdığımız zeytinlerle doldurup, üstüne su çektik. Bunun da ne kadar çok suyunu değiştirirseniz o kadar çabuk tatlanır ki tadından yenmez. Ondan sonra gelsin çeşit çeşit zeytin sunumu. Yani bu zeytinin esprisi şu ki tatlandıktan sonra kendinizce tuz koyarsınız. Üzerine zeytinyağı çeker, limon sıkar, hatta pul biber ekler; maydanoz kıyıp, nar ekşisi de gezdirirsin ki tadından yenmez.

 

“Yuvalama aşkı genetik midir?”

Urfalıyız demiştik… Annemizin ve babamızın doğduğu yeri memleketimiz kabul ediyoruz. Yalnız doğum yerimiz Nizip. Dolayısıyla Babiş Nizipli sayılır. Oldu olası Nizip yemeklerine bir düşkünlüğü vardır, bunların başında da yuvalama gelir.

Yuvalamayı bilir misiniz? Bir Antep-Nizip yemeğidir. Çok özel olduğundan, özel günlerde, özellikle bayramlarda yapılıp yenildiğinden ve de yapması epeyce zahmetli olduğundan öyle her yerde bulmak, yemek, kolay değildir.

İşte Babiş, bu zor yemeği yıllardır sayıklar durur. Artık nerede bu yuvalama aşkına tutulduysa! Her fırsatta yemek ister ama ya yuvalama yapan Antep lokantalarında, kebapçılarda bir türlü rast gelmez, günü değildir; ya da bin yılda bir nefsini köreltir, yediğini yuvalama beller, avunurdu. Bir gün Kadıköy Çarşısı’nda hazır satılan yuvalama köfteleri gözümüze ilişti. “İşte

sonunda Antepliler yaptılar yapacaklarını ve beni de Babiş’i de büyük bir dertten kurtardılar. Bundan sonra Babiş “Yuvalama yuvalama!” diye başımızın etini yiyemeyecek!” dedik. Niye? Çünkü o zamana kadar yuvalama yapmaya bir türlü cesaret edememiştik. Bu yuvalama denilen leziz yemeğin en zor kısmı, dövülmüş pirinç, yağsız kıyma et, tuz ve karabiberi birlikte yoğurmak; sonra da yoğurduğunuzdan neredeyse atom parçaları kadar parçalar koparıp, elinizde yuvalamaktır. Dolayısıyla yuvalanmış bulunca, paket paket aldık. Eve gelip Babiş’e müjdeyi verdik Ardından hemen pazarlık başladı. Der ki, “Yarın akşama yuvalama yaparsan, peşinat bir öpücük, kalanı yedikten sonra…” Biz de dedik ki: “Yuvalama güzel olmuşsa, iki öpücük; biri bir yanaktan, diğeri öbüründen. Ayrıca yuvalamanın parasını harçlıktan keserim!” Başladık koyun alıcısıyla satıcısı gibi el sallamaya. Salladık salladık sonunda tek öpücükte anlaştık. Maksat: “Ayağı alışsın!” Çünkü şimdiye kadar yedirdiklerimize karşılık olarak sadece kuru kuruya “Eline sağlık!” alıyorduk…

Ertesi gün kızımız okula gidip geldi, hemen yemek masasına geçip yuvalamasını istedi. Servis yaptık. Bir tabak yedi, ardından ikinciyi istedi! Onu da bitirince bize döndü, sağ elini kaldırdı, parmaklarını yumruk yaptı ve başparmağını yukarıya doğru uzattı bizi sevindirdi.

Babiş kızımız ya o zaman, biz de babayız ya; durum böyle olunca, günlerden de pazar olunca, üstelik de o pazara “Babalar Günü” denilince, insan ister istemez günü üstüne alınıyor, beklentileri artıyor! Hâlbuki niyeyse? Çünkü kapitalizmin çeşitli pazarlama taktikleriyle yarattığı, “anneler, babalar, sevgililer” günlerinden biriydi diye düşünsek de aslında bu günler sevgiyi

ifade etme fırsatıdır. O yıllarda bir medya kuruluşunda çalışıyorduk. İşimiz gereği cumartesi ve pazar, kargalarla birlikte kalkıyor, işe gidip tam da

Babiş’in uyanma vakti eve dönüyor, dönerken de “Şimdi Babiş uyanır, ‘Babaaa ben ne yiycem?’ der…” diye, suböreği, peynir birkaç çeşit ekmek alıp evin yolu tutuyorduk.

“Yastığına sarılıp ağlardım!”

Yine bir hafta sonu işe gittik, dönüşte görevini yerine getirmiş olmanın huzuruyla sallana sallana iskeleden Kadıköy Çarşısı’na yürüdük. Ancak “özel” günden dolayı derin düşüncelere dalıp, “Bugün babalar günü, ister misin Babiş erkenden kalkmış, babasına kahvaltı hazırlamış olsun? Evde babasının sevdiği serbest gezinen yumurtalardan var, birkaç tanesini haşlar ya da tereyağına kırar; köy ekmeğini kızartır, Babiş’im geldiğinde bandıra bandıra yer, diye düşünür!” diye aklımızdan çeşitli şeyler geçirdik! Ancak bir anda bu çılgın fikirlerden uzaklaşıp, düşüncelerimize aklıselimi davet ettik ve dedik ki: “Ulan kız dün gece konsere gitti, çok geç geldi; üstelik bu gece de gidecek, yorgun olacak, uyuyacak. Bütün gün seni mi düşünecek?”

Eve vardık, baktık uyuyor. Gürültü etmemeye çalışarak hemen kedi olduk, mutfağın bir köşesine kıvrıldık! Bekliyoruz ki Babiş kalkar, hiç olmazsa yüzünü görürüz, belki “Babalar günün kutlu olsun!” der, övgü alırız! Bir  süre sonra kalktı, bizi görür görmez de boynumuza sarıldı. “Babalar günün kutlu olsun Babiş!” dedi. Bir yandan da gözlerini ovuşturdu ekledi:

“Aslında sana kahvaltı hazırlayacaktım, bir ara da kalktım ama çok yorgundum uyuya kalmışım!” “Sağlık olsun kızım…” dedik, bir daha uykuya yolladık. Biz de biraz daha kestirmek için yatağımızın yolunu tuttuk. Uyanınca bilgisayarın başına geçip Babiş’e Yemekleri açtık. “Hikâyemiz” karşımızdaydı. Babiş erkenden kalkmış ve sayfaya bir yazı koymuştu!

 

“Bu yazıyı yazmak, benim için çok zor. Çünkü ben çok duygusal

ama duygularını belli edemeyen, etmekten korkan bir insanım.

Böyle anlamlı bir günde birazcık olsun size babamın benim için

ne ifade ettiğini anlatmak istiyorum.

Küçüklüğüme dair hatırladığım anıların çoğunda o var. Eskiden babam sık sık iş seyahatlerine giderdi. Ben de dört gözle geleceği günü beklerdim. Beklerken de gömleğini koklayıp, yastığına sarılıp, gizlice ağlardım. Bir tek öyle sakinleşirdim. Geldiğindeyse sabah uyandığımda, odam hediyelerle dolu olurdu ama hiçbiri onun ‘nihayet’ dönmesinden daha mutlu etmezdi beni. Her gece beni uyuturken defalarca aynı kitabı okumasını isterdim. O da her seferinde okurdu, hiç kırmazdı beni. İstisnasız her gece yarısı ‘‘Babaaa, bana su getir,’’ diye seslenirdim. Biraz şımarıklığımdan, biraz da hep yanımda olduğunu kontrol etmek istememden... Her zaman onunla aramda ‘farklı’ bir bağ oldu. Hala da öyle... Mesela ne zaman onu düşünsem beş dakika sonra muhakkak beni arar. Aklımdan geçirdiğim fikirleri (ne yiyeceğimiz, nereye gideceğimiz) ben daha ağzımı açmadan o söyler. İster uzağımda, ister yakınımda olsun, kalplerimiz hep birdir. Beni bu yaşıma getirene kadar yaptığı bütün fedakârlıkları o kadar doğal, gösterişsiz ve gizliden gizliye yapmıştır ki ancak şimdilerde fark ediyorum hepsini. Küçükken herkesin babasının onun gibi olduğunu zanneder ama bir tek babasıyla yaşayanın ben olduğumu sanırdım. Büyüyünce anladım ki az da olsa babasıyla yaşayan varmış ama kimsenin babası onun gibi değilmiş. Doğduğum günden beri yanımdan eksik olmayan, beraber yaşamaya başladığımız son on iki yılda bir gün olsun annemin yokluğunu aratmayan sevgili Babiş… Sana ne kadar teşekkür etsem az gelir, senin nasıl bir baba olduğunu anlatmaya ise kelimeler yetmez. Beraber yaşadığımız her şey ve üstesinden geldiğimiz tüm zorluklar bizi birbirimize hep daha fazla yakınlaştırdı. ‘Karısından ayrılırken çocuğundan da ayrılan’ diğer babalar gibi olmadığın için sana minnettarım. Tanrı’nın bana verebileceği en iyi baba, hayatımdaki en büyük şanssın. Seni çok seviyorum.

B.S

Kızımızın yazdıklarını okuyunca duygu dünyamızın nasıl alt üst olduğunu varın düşünün… Yazdıkları o kadar çok şey hatırlattı ki unutmuşuz yaşadıklarımızı. Yıllar var ki Babiş’i sırtımızda taşıyıp yatağa götürmenin, uyutmaya çalışırken, “Baba masal okumadın!” deyişlerini ille de ille “Fildo ile Filsi”yi okumanın zorunluluğunu unutmuşuz!

Kızımızla gururlandık. Bize ait ilginç, yerinde tespitlerine şapka çıkardık. Bir anda yılların yorgunluğu uçup gitti! Ne güzel değil mi? Dileriz herkes böylesine hayırlı evlatlar yetiştirir, onlardan böylesine güzel geri dönüşler alır, böylesine güzel duygular yaşar.

 

Babiş Eski Babiş!

Ancak bütün bu yaşananlar, güzel ve duygulu sözler, sizi yanıltmasın. O günlerde Babiş her ne kadar duygusal anlamda gelişti, yazısı imlası güzelleşti, tespitleri cuk diye yerine oturduysa da bakmayın Babiş yine eski Babiş’ti! Huylu huyundan vazgeçmezmiş! Yani Babiş yine babasının yetiştirdiği domateslere burun kıvırıyor, yine tereyağı, yeşilbiber ve domatesle harmanlanmış, üstüne üstlük içine serbest gezinmiş tavuk yumurtaları kırılarak pişirilmiş menemeni zinhar ağzına koymuyordu… Yine kahvaltı masasına sokaktan börek ısmarlıyor, yine tek bir tabağın mutfaktan bahçe masasına taşınmasına yardımcı olmuyor; velhasıl yine fazla laf dinlemek istemiyor, bunu da açık ve de seçik her zaman ıslarla tekrarlıyordu... Laf dediğimiz de “Kızım sen ne işe yararsın? Bir işin ucundan tutmuyorsun!” dan başka bir şey değildi. Yani abartmaya gerek yoktu bu lafı, bizim bildiğimiz bunları her ana-baba söyler, hatta iki laflarından biri

budur. Ancak başta dedik ya “Babiş şu sıralar iyi laflar edip iyi şeyler yazıyor,” diye, durum böyle olunca, “Kızım sen ne işe yararsın?” sorusuna, her zaman “Ben bu evin neşesiyim!” yanıtını verdi! “Evin neşesi”ni kim kaçırmak isterdi ki?

 

Artık okul açılacaktı. Dersler, arada dershane, bütün bir yıl gece

gündüz testler, stresler; ardından sınav ki, stresi ağırdı. Bu arada

boş durulmayacak, yeni yemekler yapmak için gezilecek, görülecek,

tadılacak; mönümüzü zenginleştirmek için çaba gösterecektik!

 

Siyez Bulgurlu Patlıcanlı Pilav

Kızımız ders çalışıyordu. Biz de başıboş kaldığımız bu zamanlarda

İstanbul’da kendimize günübirlik turlar düzenliyor, bazen de bir iki günlük kent dışına kaçamaklar yapıyorduk. İşte böyle bir zamanda Kastamonu’ya gittik. Bayıldık. Babiseyemekler.blogspot.com’da uzun uzun yazdık. Havasından, suyundan, mis kokulu, bülbül şakımalı ormanlarından, özellikle de 812 çeşit sayılan mutfağından söz ettik.

Bir arkadaşımıza eşlik ettiğimiz o gezide, misafir edildiğimiz

Kavun köyünde de öğlen yemeğinde Kastamonu’nun pek ünlü

etli ekmeği yedirilerek ağırlandık. Yemekten sonra bir de diş

kirası verilip koltuğumuzun altına bir torba siyez bulguru sıkıştırıldı!

Bu kibarlığa teşekkür ettik, ancak Kastamonuluların siyez bulguru ile yaptıkları ayranla pişen, içinde çeşitli otların bulunduğu ekşili bulgur dedikleri pilavın tarifini almayı unuttuk. Neyse ki bir blogda, siyez bulguru ile yapılan patlıcanlı bulgur

pilavı tarifi imdadımıza yetişti de getirdiğimiz bulguru deneme fırsatı bulduk. Gerçi kızımız, pilav piştiğinde sıcak sıcak tadına bakmadı ama “Olsun, nasıl olsa en kısa zamanda siyez bulgurunu tatmak isteyecektir,” diye düşündük.

Şimdi isterseniz bu muhteşem pilavın önce malzemelerini

sonra da tarifini verelim, bir de bakarsınız sizin de yolunuz bir gün Kastamonu’ya düşer, siyez bulguru alır, dönüşte de bu tarifi uygularsınız.

Malzemeler:

- Siyez bulguru, patlıcan, domates, sarımsak, soğan, kuru acı

biber, kuru nane, karabiber ve tuz.

Hazırlanışı:

- Bol zeytinyağında, önce soğanı, sonra sarımsağı pembeleşinceye

kadar kavuruyoruz.

- Alacalı soyulmuş ve küp küp doğranmış patlıcanları ekliyoruz.

İsterseniz patlıcanları tuzlu suda bekletip sonra sularını

sıkıp ekleyebilirsiniz.

- Rendelenmiş iki üç domates ekleyip tencereye, çeviriyoruz

bir iki.

- Bir tane iri, acı kuru biber ekliyoruz.

- Domatesler suyunu çekince, önce ayıkladığımız (içinde taş

olabiliyor) sonra yıkadığımız siyez bulgurunu tencereye koyuyoruz,

beş altı kez karıştırıyoruz içindekilerle birlikte.

- Ardından fazla değil yeterince (üstüne çıkacak şekilde)

sıcak su ekleyip önce harlı, sonra kısık ateşte pişiriyoruz pilavı.

- Dinlenmeye bırakırken de kuru nane ve karabiber eklemeyi

unutmuyoruz.

Hamiş, siyez buğdayı on bin yıl önce insanoğlu daha göçebe-

avcı-toplayıcı iken, yerleşik tarıma geçip de ilk ektiği

yabani buğdaydan sonra elde ettiği iki buğday türünden biri.

Yani biri siyez (triticum monococcum) diğeri gernik (triticum

dicoccum). Daha fazla bilgi istiyorsan lütfen bugday.org’a ya

da siyezbulguru.com’a bak.

 

Ekonomik Krizi Pirpirimle Atlattık!

Bir zamanlar dünyada ağır bir ekonomik kriz vardı ve bizim

memlekete daha gelmemişti Ancak gelir korkusuyla telaşa kapılmış

“Memlekete gelmez ama bizim eve mutlak uğrar,” deyip, tedbirimizi aldık, ilk mutfaktan başladık! Hem böylelikle Babiş de “Kriz nedir, nasıl yönetilir?” görsün, öğrensin istedik.

Bahçemizde, Maraşlıların “soğukluk”, Urfalıların ve de Anteplilerin

“pirpirim”, Taşeli platosunda yaşayanların “töhmeken” (tohum eken); dedikleri ama yaygın, bilinen adıyla herkesin “yabani

semizotu” diye adlandırdığı bitkiden vardı. Her yıl, yaz sonu gibi bahçenin her bir yanında biter; birkaç ay kalır, kök salar, bir dallanır budaklanırdı ki sormayın. Aklımızdaydı, gözümüzün önündeydi ama bir türlü ne zaman yemek yapacağımıza karar veremediğimizden elleşmiyorduk.

Her var olanın bir hikmeti vardır. Yaradan yarattığını boş yere yaratır mı? Bizim yabani semizotu da dar günlerin “kriz yemeği” oldu. Bir gün önce “Kızım semizotu yapacağım, yer misin?” diye sorup onayı aldığımızdan (buna kriz yönetimi denir) gönlümüz ferah, ellerimiz semizotu dolu, mutfak tezgâhının başına geçtik. Yabaniliğini biraz olsun hafifletebilmek için önce köklerinden, küçük parmak kalınlığına ulaşmış dallarından kopardık. Körpe yapraklarını sudan geçirdik! Dinlendiler bir kenarda... İrisinden bir baş soğan doğradık, orta boy bir tencereye birkaç kaşık zeytinyağı koyduk, soğanları attık içine ki pembeleşsinler. “Lezzet verir,” deyip olgunundan bir domates rendeledik. “Renk verir diye de kaşık ucuyla salça ekledik. Aklımıza, kavurup da derin dondurucuda hazır tuttuğumuz kıyma geldi, proteindir deyip bir küçük topak da ondan koyduk. “Artık sırasıdır,” deyince de semizotlarını tencereye doldurduk. Doldurduk ama fikrimizde kalmış, bir yerlerde okumuşuzdur herhalde; iki kaşık da yıkanmış pirinç attık üstlerine. Az biraz su, indirmeye yakın da tuzunu kattık.

Misss gibi semizotu yemeğimiz hazırdı. Bu arada taş fırına kadar gidip “Babiş suyuna banıp banıp yer!” diye aldığımız dilim dilim ekmeğimiz de vardı. Daha ne olsun? Gerçi “kriz yemeği” diye yaptığımız semizotu, hesap kitap

yapınca biraz pahalıya mal oldu ama “Olsun bu daha kriz yönetiminin ilk günleri, zamanla alışırız nasıl olsa!” dedik. Zil iki kere üst üste çaldı ve Babiş okuldan geldi! Kapıdan girer girmez, “Karnım çok aç, yemekte ne var?” dedi. “Kriz yemeği semizotu!” yanıtına pek bir anlam veremedi, “Yoğurt var mı?”

dedi. Tepsisini alıp TV’nin karşısına geçti. Biz de bakkala telefon edip, orta boy kaymaksız yoğurt sipariş ettik. Yemek bitti. “Her zamankinden ekşiydi,” yorumunuyaptı Babiş. “Bu gerçek semizotu, tadı ondan ekşi… Urfalılar

buna ‘pirpirim’ der…” dedik! Bize de “İnşallah kriz daha da derinleşmez,” temennisinde bulunmak kaldı!

Bir Saray Yemeği: Mahmudiye

Kızımızla yaşadığımız yirmi yılda, söz konusu yemek olunca önce önerimizi dile getirir, ardından da “Olur yerim,” yanıtını beklerdik! Babiş titizdir, olur olmaz her şeye “Yerim,” yanıtını vermezdi. Bir gün çalıştığımız televizyona yemek haberi yapmak için mutfağından örnekler pişiren bir lokantaya gittik. Mutfağa da girdik. O sırada pişirilecek olan yemeğin malzemesini, pişirilme tekniğini öğrenmeye çalıştık ki “Belki gün gelir Babiş’e de yaparız,”  Yemeğin adı “mahmudiye” idi. Padişahlar için pişirilen bir saray yemeği imiş ve muhtemel ki padişahlardan birinin adını almış olabilir. Örneğin 2. Mahmut’a pişirilmiştir “hünkârbeğendi” gibi bunun da adı da “mahmudiye!” olmuştur!

Pişirilmesini şöyle izledik

- Tencereye önce sıvı yağ konuluyor, ardından da küp küp

doğranmış kuru soğanlar birlikte kavruluyorlar.

- Yağın ve soğanın yanına, iri iri doğranmış tavuk ilave ediliyor

ki tercih edilen birkaç parça göğüs eti.

- Bunlar bir süre kavruluyor. Tavuğun piştiğinden emin

olunca da içlerine kabuğu soyulmuş badem ilave ediliyor.

- Ardından bir üçlü devreye giriyor: Kuru kayısı, kuru incir

ve toz şeker… Bir sürü tatlı yiyecek yani…

- Sırayla tencerede pişmekte olanlara kuru kayısı, ardından

incir, ardından bir miktar şeker ve iyice hemhal olduklarına

kanaat getirdiğinizde de yeterince sıcak su, bir de kabuk tarçın

ilave ediliyor artık geriye suyunu çektirmek kalıyor.

Mahmudiyeyi Babiş’e pişirdik.

Yedi ve “Eline sağlık, güzel olmuş ama ben tatlı yemek sevmiyorum,

benim favorim ekşili yemekler!” dedi. Bir tencere mahmudiye ile baş başa kaldık!

 

İnsan İlişkileri İhmale Gelmez!

Yaptım oldu anlayışıyla hiçbir yere varılmaz! Nitekim varılamadı. “İyi gidiyor sandığımız ilişkimiz meğerse alttan alta, ocakta unutulmuş tencere gibi kaynıyormuş! Kaç zamandır çalıştığımızdan, haliyle pişirme ve yedirme işleri de eskisi kadar mükemmel gitmiyordu! Haftada bir alışveriş yapıp dolaba bir şeyler koyuyorduk. Babiş de canının çektiğini çekip alıyor, pişiriyordu. Biz de bir şekilde karnımızı doyuruyorduk! Düşüncemiz, “Ne bulduysak yiyoruz, karnımız doyuyor, şükürler olsun!” idi. Ancak kızımız öyle düşünmüyormuş!

 

Mutfağı ağlatmışsın!”

Ayıptır söylemesi, birkaç zamandır dolabımızın derinlerinde, ’’Eti daim yumuşak olası” kasabımız Hulki’nin armağan gibi verdiği üç parça inciğimiz vardı. “Bir gün denk gelir Babiş’e arpa şehriyeli incik pişiririz,” diyorduk, nitekim o gün geldi çattı ki, “İncik yer misin?” sorusu yanıtsız kalmadı, kabul gördü, pişirdik! Reçetesini size de vereceğiz ama kafanız karışmasın diye hemen belirtelim ki türlü çeşit kuzu incik tarifi var ve hepsi de uygulanıyor ancak kimsenin şikâyeti yok! Bizimkisi ise uydurmamız!

Üç dört parça inciği (bu seferki kemiksizdi), beş altı bardak

suda haşlıyoruz baktık ki bıçağın ucu ta derinlere kadar rahat

rahat iniyor, kalan suyu bir kaba alıyoruz ki eti kavuralım, iki

yemek kaşığı tereyağında çevirelim az biraz sonra da yarım yemek kaşığı salça (ev yapımı) ve artan suyu ekleyelim!,  Arpa şehriye, yarım paket kullanıyoruz. Tencerenin başından hiç ayrılmadan şehriyelerin ve inciklerin pişip pişmediklerini arada kontrol ediyoruz ve sonunda pişiyor. Nitekim bizimki de pişti! Bu arada şehriyeli kuzu inciğin yanına bir de sarımsaklı cacık ekledik. Yakıştı. Masayı Babiş kurdu hemen oturduk! Kızımız bir yandan yemek yedi bir yandan söylendi. “Çoktandır dalga geçiyordun,

bu sefer var ya kendini aşmışsın!” dedi ve son noktayı özlü sözüyle

dile getirdi. “Mutfağı ağlatmışsın!” Lafın ardından da tabağımıza yöneldi, ağır aksak yiyen babasının hızından faydalandı “Kaç çatal yürütebilsem kar kardır,” dedi! İnciğin tabağımızda kalanını da ağzına attı!

 

“Babalar masallarla baba olur!”

Babalar masalları, önce kendilerini “baba” yerine koyarak okur sonra sonra “Ama babaaa! Niye Filsi kapıyı aççmışşş, surpiz mi bozulmuş?” sorularını duya duya baba olur! Ne güzeldir baba olmak… Tam da “Uyudu sonunda!” derken uyandığını görmek, her gece ama her gece bıkıp usanmadan ona masal okumak… Üstelik hep aynı masalı, bazen ezberden, bazen uykulu, bazen sayfa atlayarak, bazen de satırı satırına ezberinizden okumak

ve “Filsi’nin doğum günüymüş, annesi ve babası bunu biliyor, o bilmiyormuş. Odasında oyuncaklarıyla oynuyormuş!” demek ne güzeldir?

“Baba, bu gece sen beni uyut!’’

Babiş’e okuduğumuz masalları unutalı çok oldu. Ancak masalları

Babalar unutur, çocuklar değil! Her gece uyumadan önce gelip sizi öpücüklere boğan, ancak ondan sonra odasına çekilen;

sizin; “Artık büyüdü artık canım genç kız oldu,” dediğiniz çocuk, bir

gece “İyi geceler,” demek için gelmez. “Baba, bu gece sen beni

uyut!” diye seslenir odasından. Yatağında der top olup, yorganının

altında kaybolan çocuğu bulmak, size unuttuklarınızı hatırlatır. Yeniden “baba” olursunuz. “Eskisi gibi sokul yanıma, bana Filsi’yi oku,” der.

 

“Baba, babacığım, baboş…”

Çocuğunuz size nasıl seslensin istersiniz? “Baba!”, “Babacığım!”

belki çok çok “Babiş!” Hadi diyelim biraz daha ilerisi “özel”

bir sesleniş. Bizde ise durum epeyce farklıydı. Bir sürü ismimiz

vardı yerine ve zeminine göre… “Babaaa”nın anlamı açık… Ya

bir kabahat işlemişiz ya işlemek üzereyiz; ya da yardıma çağrılıyoruz…

“Babacığım!” ise hemen hemen hiç duymadığımız bir seslenişti, nadirdi kulağımıza çalınışı. Babiş!” ise sevimlilik ifadesiydi, ne kadar sevildiğimizi anlıyorduk hele ki “Memoş!” denilince keyfimize diyecek yoktu o zaman…

“Güzellik kadın için önemlidir hacı!”

Uzun yıllar boyunca kızımızın hiçbir şeyine “Hayır,” demedik, gün geldi eline aldığı boyalarla evin kapılarını duvarlarını boyadı, “Ne yapmışın sen?” demedik! Bulup buluşturup gönderdiğimiz basketbol, voleybol, yüzme, tiyatro, resim, orta öğretim, üniversite kurslarını yarım bıraktı, “Aklın başında mı?” demedik… “Kuru fasulye, nohut pişirdiğimizde yemedi, “Sen ne şımarık çocuksun!” demedik… Köpek isteyip de bakımının üstümüzde kalacağını bile bile “Hayır!” demedik. “Arkadaşlarımla Avrupa’yı dolaşacağım,” dediğinde itiraz etmedik. Yurtdışında okumak istedi, peki dedik. Bir tek solaryuma gitsin istemedik, ona da “Hayır!” dedi. Gerekçesi de “Güzellik bir kadın için önemlidir hacı!” oldu.

 

Şehriye Aşkı

Dinlenmesini bilene bir günlük tatil bile çoktur, hakkını verirsen on günlük mavi yolculuğa eşittir ki bir yıl yeter insana! Bir yıl geldi, işte o zindelik içinde bulduk kendimizi ve bu yıl

bizim için çok önemliydi. Babiş dershaneye başlamıştı, okul birkaç güne kadar açılacaktı ardından dersler dersler; dershane, bütün bir yıl gece gündüz testler, stresler… Ardından sınav. Bu arada biz boş durmayacaktık. Mutfağın mönüsüne yeni reçeteler eklemek gerekiyordu. Gezilecek, görülecek, et ve balık ağırlıklı yemekler geliştirilecek, daha neler daha neler? “Tavuk beyti” katmıştık mönümüze, son zamanlarda çok sevdiğimiz arpa şehriyeyi önümüze gelen her ete katma alışkanlığını edinmiştik. Bizi kontrol altına almak üzereydi, durduramazsak şehriye iştahımız bir felakete yol açacaktı.

Çocukları, beğenileri doğrultusunda doyurmak zordur. Evimizde çok sevdiğimizden mercimek ve tavuk suyuna çorba

haftada bir pişerdi. Bu iki çorba çok basittir. Ancak ikisinden

birini pişirdiğimizde farklı eleştiriler alırdık.

“Ekşisi az!”

“Çok sıcak!”

“Suyu az olmuş!”

“Nefissss!”

 

Bir gün tavuk suyuna çorba yaptık. Ancak “bir değişiklik

olsun” diye tavuğu önce haşladık, sonra tereyağında kızarttık, kızartırken de haşlama suyuna salça ekledik. Sonuç: “Ben sade tavuk çorbası seviyorum. Bir daha böyle yapma!” oldu ve bir daha Babiş’e salçalı tavuk çorbası içiremedik! Mis gibi tavuk çorbaları bize kaldı limon sıkıp doya doya içtik.

 

Sonunda İstemediğimiz Gün Geldi

Kızımız ortaokulu “iyi’’ okullardan” birinde okudu. Ardından üniversite için sınava girdi. Bu kez kahvaltı için özel şeyler istemedi. Beraber sınava gittik, birkaç hafta sonra sonuçlar geldi ki yine yapmıştı yapacağını ve ülkenin yine “iyi” okullarından birini kazanmıştı. Ancak “Baba ben Amerika’ya gitmek  istiyorum, tekstil okuyacam!” dedi ve yine “Hayır!” demedik. Bir ay sonra da gitti! Sevgili kızımızı, canımızı, yurtdışındaki okuluna yolcu ettik. Dile kolay yirmi yıllık “ev arkadaşımız”, tenceremizin kaşık ortağıydı, yemeklerimizin ilk elden eleştirmeniydi. Gidince aklımız hep onda kaldı. Ne yiyecek, ne içecekti? Babasının “sağlıklı” mutfağını, birbirinden “nefis” yemeklerini özleyecek miydi? Gerçi onu tanıyorsak yemeklerimizi özlerdi özlemesine de “Lamborghini ve Ferrari’den daha güzel” çeşit çeşit pizzaları,

hamburgerleri, hot dogları, pomfrit, burrito ve taco gibi Meksika yemeklerini; Uzakdoğu yemeklerini denemeden de duramazdı. Ancak dileğimiz oydu ki, “İnşallah meraktan yılandı çıyandı yemez; çekirgeyi, karıncayı çekirdek yerine çıtlatmaz. (Meksika pazar yerlerinde atıştırmalık diye satılır.) Kedi köpek yahnisini denemeye kalkmazdı? Yapacak bir şey yoktu, “kuş” yuvadan uçmuştu ve ne bulursa onunla beslenecekti!

 

En çok klimalardan şikâyetçi oldu! Uzakta, gurbet ellerde ev işi de yapıyor,

bulaşığı elde yıkıyor, çamaşır için “laundry palace”a gidiyor, kendi evini kendi temizliyor (tıkanan lavabo bile açıyor), markete alışverişe gidiyor, en “uygun” fiyata yiyecekler alıyor, her gün farklı bir yemek pişirebilmek için düşünüyor, işin içinden çıkamazsa hazır yiyeceklerle karnını doyuruyordu. Günde iki saat yürüyerek, karda kışta okula gitti; yaz kış çalışan klimalardan

çok şikâyetçi oldu, “Aman kızım bedenleri alışık; her zaman yanına örtünecek bir şey al sakın üşütme oralarda sonra tavuk çorbası yapacak bulamazsın!” dedik sözümüzü dinledi,  kışı az hastalıklarla atlattı.

 

Babiş Misafir Ağırlıyor

Kızımızla her gün ya Skype ya Whats App ya da Messenger üzerinden konuştuk. O bize New York’u, okulunu ve bütün bunlara adaptasyon sürecini anlattı; biz de ona İstanbul’dan söz edip, “Bugün hava çok sıcaktı,” ya da “Bugün hava serinledi,” der hava raporu verirken, arada da eşsiz İstanbul manzaralarını, gezip tozduğumuz yerlerin çektiğimiz fotoğraflarını yolladık!

Sosyal medya üzerinden süren bu baba-kız ilişkisi ve muhabbet zaman zaman karşılıklı yemek atışmalarına da sahne oldu!

“Alternatif Yemek Denemeleri” yazımızı okumuştu. “Vay

demek mercimek köftesiyle yapmaya çalıştığın içli köfte başarılı

olmadı ha? Tüh tüh tüh!” sataşmaları başladı ve ardından haberi

verdi: “Cumartesi günü misafir ağırlıyorum! Mönüde de brokoli

çorbası, mantarlı et, püre ve tatlı olarak kek var!” dedi. Bu sözler üzerine cumartesi gününü iple çektik, kızımızın ilk kez misafir ağırlayacağı günden yüzünün akıyla çıkması için dua ettik!

 

Amerika’ya Tarifler Uçurduk

Oranın saati yediydi. İnsan ebeveyn olunca ve yanında da olmayınca haliyle çocuğunu özlüyor. Aradık! İstedik ki sesini duyalım.

“Baba ne var? Şu an konuşamam! Köfte yoğuruyorum. Buranın kıymaları da bir tuhaf, yağsız! Hiçbir şeye benzemiyor! İçine ne konuyordu bu köftelerin?”

“Kızım sabahın yedisinde mi köfte yoğuruyorsun?”

“Evett! Yapıp buzluğa koycam. Arada çıkarıp çıkarıp yeriz!”

 

Babiş gün geldi çok özlediği mercimek çorbası ve “kâğıtta balık” tarifini de istedi. Gönderdik.

 

- Sevdiğin bir balık al ama unutma biraz etli olsun. Somon

olur mesela ya da bizim buralarda bilmediğimiz ama sizin orada

ne varsa…

- Eve gelince balığı yıka ama keseler gibi uzun uzun değil

sadece suya tut ve süz.

- Ardından mutfak tezgâhına alüminyum folyo ser.

- Balığı üstüne yatır.

- Birkaç parça fındık büyüklüğünde tereyağı ekle yanına.

- Az tuz serpmeyi de unutma…

- Şimdi yapacağın balığı paketlemek. Dört bir yanından

kıvıra kıvıra yap, dikkat et hava alacak bir deliği kalmasın ki

balık ocak üstünde kendi buharı ile pişsin.

- Ocağı önce harlı yak, üstüne büyük bir teflon tava koy.

- İçine paketi yerleştir.

- Sonra ocağı kıs.

- Balık 5-6 dakika yavaş yavaş pişsin, biraz sonra paket bir

balon gibi şişecek. Sonra ocağı kapatırsın. Afiyetle, sağlıkla ye…

 

Babiş’e Yemekler On Yılını Doldurdu

Birkaç yıl bloğa yazı koyamamıştık çünkü kızımız birlikte yaşadığımız Babiş, okumak için iki yıl önce gitmiş, yazacak bir şey kalmamıştı! Ancak hayatımızda kızımız varsa, yazacak şeyler her zaman olacaktı. Nitekim bir akşam Babiş sevinçli haberi verdi: “Okul tatile giriyor, izin de alacam, geliyorum hazırlan!” dedi ve der demez de talimatlarını vermeye başladı. biz de hemen eylem planımızı hazırladık.

“iyi” bir yemek için mekân araştırması yapılacak

“İncik alınacak!”

“Mantı alınacak!”

“Nar kaldıysa alınacak!”

“Yuvalama köftesi bulundurulacak!”

“Yaprak sarması için antrenman yapılacak!”

“Uyduruk çiğköftelerden yemesin diye yeni taktikler geliştirilecek!”

“Yeşil erik, çilek göz önünde bulundurulacak, fiyat takibi yapılıp, Babiş gelene kadar ucuzlamaları için dua edilecek!”

Bu arada Babiş, sadece talimatlarıyla yetinmedi; sık sık sözlü ve yazılı rapor istedi ki elinde belgeler olsun. Ancak biz de boş durmuyor kendimizi geliştirip çağa ayak uydurmaya çalışıyorduk. Telefonumuza bir uygulama indirip konuşulanları kayıt altına almaya başlamıştık.

“Napıyon?”

“İyi!”

“Umarım hazırlık yapıyorsundur?”

“Yapmam mı? Üç gün üç gecedir hazırlıklardaydım! Senin

için bugün Pera Müzesine gittim (kültürel hazırlık)…”

“Başka?”

“Canım Ciğerim’e uğradım (ciğer hazırlığı)”

“Geçen gitmiştik, ciğerleri kokmuştu!”

“O senin dediğin Hulusi!”

“Haa unutmuşum. Karıştırdım.”

“Hulki’den et alındı (gırtlak hazırlığı)”

“Wovv!”

“Bana kaymaklı lokum al!”

“Olur alırım, listemde vardı. Bu arada hazırlıklar Osmanlı düğünlerini bile geçti! Sana sahan yağması bile yapacam!”

“O ne bee?”

“Google’a bak!”

“Baktım bulamadım!”

“Eee, abuk sabuk şeylere bakmaktan kafan sulanmış belli!”

“Sen başka neler yaptın, onu anlat! Erik istiyorum.”

“Mevsimi diye yeşil erik, taze sarımsak ve kuzu etiyle erik

Aşı yapacam!”

“Hımmm, iyi çalışmışsın.”

“Yarın pazar var. Çilek, kiraz, erik de alırım.”

“Peki, hacı mantı yiyecektik?”

“Beyoğlu’nda bir mantıcı buldum!”

“Güzel!”

“Yalnız evi havalandıramadım!”

“Niye ki?”

“Kurbağalıdere kokuyor ondan! Artık gelince belediyenin

beyaz masasına şikâyet edersin, bu da benim suçum değil, onlara sorarsın.

İki Yudum Bira

Sevgili kızımıza yıllar süren ve de kesemizi epey zorlayan, bu uğurda ev bile sattıran bir eğitim aldırmaya çalışmıştık. O da bunu karşılıksız bırakmadı. Üç yılın ardından Fashion Instute Technologyden mezun oldu.

O geceyi bilgisayarın başında, internetten canlı yayımlanacak diploma törenini bekleyerek geçirdik. Okul arkadaşları sırayla diplomalarını aldı ve kızım “Betim Sarak” diye anons edildi!

Biramdan bir yudum aldım. “Sonunda Babiş’le bu işi de başardık!” Dedim, özyaşlarına boğuldum!

Kendime geldiğimde “Canım kızım iyi ki varsın, iyi ki benim kızımsın. Bugüne kadar yedirdiklerim, içirdiklerim, giydirdiklerigezdirdiklerim; hatta kozmetik paraları bile, sana helali hoş olsun!”  dedim kalan biramı da yudumladım bitirdim.

Babiş okulun ardından Amerika’da bir süre çalıştı. Kazancı ev kirası ve market giderini karşılamaya ancak yettiğinden, ülkesine dönmeye karar verdi! Nasıl olsa burada da kira ve market için çalışacaktı! Döndü!

İşten el çektirildik!

yaptığı, ilk iş evimizin kiracısına, “Lütfen evden çıkar mısınız, biz oturacağız,” demek oldu! Ardından da duruma el koydu, boya badana işlerini başlattı. Bitince de evin eksiklerini gidermede, dekorasyonun tamamlanmasında “tek yetkili” olarak karar verdi. Uzanacak divanlar, perdeler, havlular, çarşaflar alındı. Birkaç ay içinde taşınıldı. Ancak bu kez köprülerin altından çok sular akmış, rollerimiz değişmişti. Onun CV’si ağır bastığından, Yaradan tarafından işten el çektirildik, görevli olmamıza karar verildi.

 

“İhtiyar balığı unutma!”

İlk günler çarşı pazar işleri yaptık. “Getir götür” ile ilgilendik! “Artık sebze ağırlıklı beslenelim; ıspanak, semizotu, taze fasulye, bezelye alalım,” denildi. Elimize listeler tutuşturulup, markete yollandık, sıkı sıkıya da tembihlendik: “Balığı unutma ihtiyar, meyve de al, kalmamış!” diye kulağımıza küpeler takıldı!

Kısa bir sürede kredi borçlarının yapılandırılması görevi de bize verildi, onda da başarı gösterince gelir getirecek projeler bulmamız, hayata geçirmemiz istendi. Yurtdışından geri ödemesiz kredi bulduk! Ardından da devlete kendimizi hatırlatarak, emekli olup aylık bağlattık!

Aradan kısa bir zaman geçti “yöneticimiz” kendine iyi bir iş buldu ve evden taşındı. Şimdi arada bir uğruyor. Özlediği kuzu incik, yuvalama yapılıyor. Bazen de demir döküm tavada ya pirzola ya da takoz palamut pişiriliyor! Olmadığı zamanlarda ise sevgili kızımıza iyi bir eş, kendimize de dede olmanın tadını çıkaracağımız bir torun için dua ediyor; bir de on beşten on beşe değil de insafa bırakılmadan kızımızı görmek istiyoruz!

“Nasıl bir baba olduk?”

Bilmiyoruz ki! “İyi baba” nasıl olunur? Zaten iyi de göreli

bir kavram, kişiden kişiye değişir. Kimine göre “İki kap yemek pişirmekle iyi baba olunmaz…” Kimine göre çocuğuna yıllarını verendir baba olan, kimine göre de arkasına bile bakmadan kaçıp giden, en azından ”baba“ denilendir! Biz elimizden geleni yaptık.

Tek başımıza bir kız büyüttük. Şükürler olsun!

İki kap yemek

 

Beyefendi

kızınız oldu mu

 pişirdiniz

 gönderdiniz

 beyefendi

 kızınız oldu mu

 okudunuz

 uyuttunuz

 beyefendi

 kızınız oldu mu

 

beklediniz

 

ağladınız

 beyefendi

 kızınız oldu mu

 sevdiniz

 sevildiniz

 beyefendi

 sizin hiç kızınız oldu mu?


 Kalamış 20017

 



 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorum yazın

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.