Hava sıcaktı, yaz olmalı;
marketin otoparkına girip arabayı park ettik ve sağ kapıyı açtık. Babiş arka
koltuktan ön tarafa geçti, ardından da yere atladı. Sokağa her çıktığında
yaptığı gibi bütün şirinliğiyle eteğini çekiştirdi elimizi tuttu, markete girdik.
İlk yaptığı, cebinden
çıkardığı alışveriş listesine bakarak raflar arasında dolaşmak ve bulduklarını
market arabasına atmak oldu. O an bütün korkularımız uçup gitmişti. “Kızımız büyümüş
de haberimiz olmamış, alacaklarımızı not bile etmiş,” deyip hayıflandık! Doğduğundan
beri her şeyi ile ilgilenmeye çalışmış olsak da şimdi yedi yaşındaki bir kız çocuğunun
bütün sorumluluğunu üstlenmeye hazırlanıyorduk. Sabah öğlen ve akşam
yedirilecek içirilecek, bunlar için alışveriş yapılacaktı. Üstü başı yıkanıp
paklanacak, ütülenecek; yatağı on beşte bir değiştirilecekti. Her gece Fildo
ile Filsi okunacak, sabah saat 6’da uyandırılıp önüne farklı kahvaltılar
konulup yedirilecek, servise bindirilecekti. Geldiğinde her gün değişik bir
yemek pişirilmiş olarak karşılanacak, aç bir kurt gibi olacağından ve gelir
gelmez televizyonun karşısında yerini alacağından yemek tepsisi kucağına
verilecekti. Bazen “Yemek güzel olmamış, beğenmedim!” fırçası yenilecek, bazen
övgü alınacak; mercimek çorbası her daim hazır tutulacak, hasta olduğunda limonlu
tavuk çorbası hemen yetiştirilecekti. İlaç için eczaneye koşturulacak, en az ayda
bir yeni giysiler için alışveriş merkezine götürülecek ama en önemlisi işe
gidilip para kazanılacaktı! İnanmayacaksınız ama bütün bunların üstesinden
geldik!
“Elimde bir resmin kalmış!”
Evliliğimizde on beş yılı
geride bırakmıştık, kayınvalidenin evinde oturuyorduk. Yazlığımız, kapımızın
önünde 60 model bir kaplumbağamız vardı. Çocuğumuzla doyasıya baba-kız
muhabbeti yaşıyorduk; ancak evliliğimizde “aşk” da “sevgi” de bitmiş sonuna
gelmiştik! Yapılacak bir şey yoktu, ayrıldık! Kızımızın velayetini aldık,
ardından da kardeşimizin Kalamış’taki evini yeni bir “yuva” olarak hazırladık.
Evimiz iki oda bir salon, bahçe katında, güzel bir evdi. Baba kız yirmi yıl
yaşadık. Güzel
Günler geçirdik. İlk akşam
kızımız en sevdiği divana yayıldı, taşınma heyecanının yorgunluğuyla olduğu
yerde uyuya kaldı. Her zaman yaptığımız gibi kucağımıza alıp, yeni odasındaki
yatağına götürdük, yanağına bir öpücük kondurduk, ardından salona gidip hıçkıra
hıçkıra ağladık!
Sabah uyandığımızda aklımıza
ilk gelen; “Yine gözyaşlarımın sel olup aktığı bir gecenin sabahındayım; elimde
bir resim kalmış geceden, ıslanmış biraz!” sözleri oldu. Uyku sersemliğini
üstümüzden atamamıştık ki, birisi “Babişşş!” diye üstümüze atladı, biraz altüst
olduk güne “Merhaba!” dedik.
“Kızım yumurtanı nasıl istersin?”
Terazi burcuyuz, kararsız
yani, bu yüzden başımıza gelmeyen kalmadı. Sabahları giyinemeyiz çünkü ne
giyeceğimize karar veremeyiz; yemeğe gittiğimizde mönüden yemek seçemeyiz! Bir
gün İstiklal Caddesi’ni baştan sona yürümüş, bir yerde karar kılıp yemek
yiyememiş, sonunda kendimizi cezalandırıp kötü bir dilim pizzayla nefsimizi
köreltmiştik!
Zaten Babiş’le yaşadığımız
uzun yıllar boyunca kavgalarımızın en büyük nedenlerinden biri bu
kararsızlığımızdı. Sabahları, “Kızım ne yersin? Kaşarlı tost yapayım mı?
İstersen sucuklu da olabilir ya da sadece sucuk yapayım, ekmek de kızartayım
yağına banmayı seversin! Yumurtanı nasıl istersin katı mı az pişmiş mi yoksa
yağda yumurta mı olsun? Omlet de yapabilirim? Ekmek kızartayım, tereyağı sür
üstüne bal dök ye; seversin diye yeni beyaz peynir de aldım. Aklıma geldi; bu
kış günlerinde pekmez de yemiyorsun, üstelik doğal, vitamin deposu! Bak
istersen pankek de yapabilirim?” demekten, aklımıza gelen her seçeneği
sıralamaktan zavallıyı bunaltmıştık. Kahvaltı için yedireceklerimizi
arttırdıkça Babiş sonunda patlar, “Babaaa önüme bir şey koy da zıkkımlanıp
gideyim şimdi servis gelecek,” derdi; kapıdan yolcu eder etmez alona koşar,
pencerenin perdesini aralar; servise bindiğine emin olunca, rahatlardık.
“Aman tanrım!”
Bir çocuğun evden gidene
kadar, ana babasına verdiği en büyük eziyet, odasının toparlanma halidir. Bu
işi genellikle anneler yapar. Ancak bizde o olmadığı için bu iş de bize
kalmıştı. Okul için çıkınca odaya dalardık. Aman tanrım! Yere atılmış giysiler,
defterler, parçalanmış kâğıtlar kitaplar; renk renk, çeşit çeşit kalem, incik boncuk,
boş parfüm şişeleri, fırçalar, daha neler neler… Sanırsın ki semt pazarı!
Toparlama bitince yatağın yapılma faslına geçilir, o da bitince kendimizi
dışarıya atar, işe giderdik!
Otobüs durağına yürür, ilk
gelene biner, vapura koşturarak yetişir; tünel, ardından metro, sonra serviste
soluklanırdık. Akşam da aynı yollardan geri dönüp, kendimizi Kadıköy Çarşısı’nda
bulurduk. Neredeyse her şeyin satıldığı çarşıda aklımıza ilk gelen, “Babiş
akşam ne yiyecek, evde ne eksik?” olurdu.
Bir gün işverenimiz çalışma
süremizi yeterli bulmuş olacak ki işimize son verdi işsiz kaldık ve her işsizin
yaptığı gibi evde oturmaya başladık! İnternet hayatımıza yeni girmişti. Bu
müthiş iletişim ağı o günlerde yoldaşlık etti; başında günlerce çakılı kaldık
ve yeni keşfettiğimiz “blog dünyası”nda gezinip durduk. Günün birinde “babiseyemekler.blogspot.com”
adında bir blog açtık. “Bir Babanın Hatıraları” başlığı altında “Babiş’e
Yemekler, bir baba ile kızının günlük hay huy içinde birbirlerine pişirdikleri yemeklerin
hikâyesidir. İki Babiş vardır, birlikte yaşamaktadır ikisi de birbirlerine
“Babiş” demektedir. Yemekleri Büyük Babiş pişirmekte, günün birinde bunun
tersine dönmesini hayal etmektedir!” diye de bir tanıtım yazısı yazdık;
başladık okuyucu beklemeye… Başlarda “Hem canımız sıkılmaz hem de derdimizi
kimselere anlatamıyoruz bari sosyal medya dünyasında destekçi kadınlar bulup,
‘Çocuk nasıl büyütülür, hangi yemekleri severler?’ diye sorar, tarifler
alırız,” diye düşünürken hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Birçok “eski koca
düşmanı” kadınla tanıştık ve hepsinin derdinin aynı olduğu kısa sürede ortaya
çıktı. Meğer eski kocalar neler yapmış yapmaya da devam ediyorlarmış. Ne arayan
varmış ne soran… Kimi kızının kimi oğlunun yıllardır babalarını
göremediklerinden yakınıyordu! Telefon bile açmayan varmış! Çocuklarını
analarının üstüne atıp ortadan kaybolmuşlar!
“Tanrı sizi ödüllendirmiş!”
Kızımıza yaptığımız
yemekleri yazdıkça, başımızdan geçenleri anlattıkça kısa sürede blog dünyasının
en popüler babası olduk. Her gün yüzlerce kadın sayfamızda yazılanları,
maceralarımızı okudu, yorum bıraktı: Çok sevdim bloğunuzu ve kendimden utandım.
İki yıldır evliyim ama halen mantı açmaya girişemedim. Velakin acayip gaza
geldim, dur bakalım…”
“O kaşarlı biftek neydi
öyle? Bravo size. Yemekle dikiş dikmeyi de birleştirdiniz ya! Teyellediniz mi
etleri? Diyorum size, burada kaburga dolması görmem çok yakındır. Nohutlu
pilavı da içine doldurup urganla dikersiniz! Valla korkuyorum sizden!”
“Erkeklerin sadece yediğini
düşündüğüm bir dünyada, bu mantı yazınızı okudum ya! Daha ne isteyeyim?”
“Gülümseyerek okudum
yazınızı, içime bir sıcaklık yayıldı sevgiyle ve gözyaşları ile bitirdim!
Babamı ve onun küçük kızı olduğum zamanları çok özledim! Tanrı sizi
onurlandırmış sanırım, kızınız olmuş!”
“Siz nasıl bir babasınız?”
Bizi izleyenler, yorumlar
bıraktıkları gibi iletişime de geçti. İçlerini döktükten sonra da bu kez
babalığımızı sorgulayıp tanıdıkları babalar ile bizi karşılaştırdı. “Siz nasıl
bir babasınız, öbürlerine hiç benzemiyorsunuz!” dedi. Ne diyebilirdik ki? “Biz
bizden olanın bizde kalması için çabalayan” bir babaydık; elimizden gelen de
okudukları kadardı!
Babiş’e Yemekler’de güzel
arkadaşlıklar edindik. Bu kitap onların ısrarıyla yazıldı. Umarız her gün
merakla bekledikleri, gülümsedikleri o güzel günleri hatırlatır.
Ancak Babiş’le yaşayıp da
yazdıklarımız, okuyucunun pek beğendiği yazılarımız, gün geldi evdeki
huzurumuzu kaçırdı. Babiş, “Beni rezil ediyorsun!” diye söylenmeye başladı. Biz
de bir süre yazmayı askıya aldık. Zaten kültürlerimiz farklıydı, hepten ayrı
düştük.
Derelerinde timsahların
yüzdüğü köy!
Biz kentliyiz ve kentimiz on
üç bin yıllıktır. Ne peygamberler ne şairler, yazarlar müzisyenler yaşamıştır
ki Orfeus’u lir çalarken betimleyen en eski mozaik kentimizde bulunmuştur. Amazonlar’ın
gerçek olduğu ve burada yaşadığını Haleplibahçe’de bulunan mozaikler
kanıtlamıştır! Âdem’le Havva’nın ilk buğdayı burada ektiği efsanesi bile
vardır.
Babiş kızımız ise köylüdür.
Kadıköylüdür! Köyü en fazla iki bin yıllıktır, pek öyle kayda değer bir tarihi
yoktur! Bildiğimiz, tarih öncesinde Kurbağalıdere’de timsahların yüzdüğüdür! En
önemli şahsiyeti, Eflatun’un talebelerinden Ksemokrates Kadıköylü’dür. Bir de
bizim Babiş’in iki binlere yakın burada doğduğudur! Bir zamanlar onun doğduğu
yere, karşı kıyıdan bakanlar, kentlerini orada kurdukları için ”Körler ülkesi”
demişler. Ne ise kimlik yarıştıracak halimiz yoktu; demeye çalıştığımız o ki ev
arkadaşımızla kültürlerimiz farklıydı. O bizim bütün yediklerimize burun
kıvırır, ağzına koymazken; biz kendi adımıza ne bulduysak, yer içer
şükrederdik. Sadece pırasayı ve kerevizi canımız çekmezdi o da huysuzluğumuzdan
değil bilmediğimizden yemediğimizdendi. Şimdi kimse inanmaz, biz ilk balığı
Kadıköy’de yedik! Bizim kentimizde de balık vardı, sadece yemiyorduk! Çünkü
balıklarımız kutsaldı! Onları yiyeceğine, ellerimizle beslerdik, onlar da sevgilerini
yanımıza kadar gelip belli eder, hatta gülümserdi! “Balık gülümser mi?”
demeyin. Bir gün Urfa’ya yolunuz düşerse onları gözleyin. Yani dememiz o ki
balık bizim için çok değerlidir. Ancak bu kente gelip de yerleşince ki kırk yıl
oldu; baktık herkes balık yiyor. Haftada bir iki, en çok da pazarları…
“Bildikleri olsa gerek, geri durmak olmaz!” deyip biz de yemeye başladık.
Balıkların kulağına kar suyu
kaçarsa!
Yetmişlerin sonuna doğru
Kadıköy’e geldiğimizde öğrenciydik. Haliyle parasızdık, satın alamadığımızdan;
balıkların hangisi hangisidir bilmiyorduk! Yani suyun içinde yüzerken
görmüşlüğümüz vardı da yemişliğimiz yoktu! Kadıköy Çarsı’ndan sabahları geçip
vapura gittiğimizde tezgâhlara yeni çıkmış balıkların etiketlerini okuya okuya
isimlerini öğrendik! Öğrenciliğimizde bazen aşırı soğuklarda kulaklarına kar
suyu kaçtığından fiyatları ucuzlardı ve o gün öğrenci evimiz bayram yerine
dönerdi.
Bir gün çarşıda kovalarda
oynaşan istavritler gördük aklımıza öğrencilik yıllarımızda gazete kâğıdı
üzerinde; taze ekmek, kuru soğanla yediklerimiz geldi. Aldık. “Babiş’e de
yedirir hem de öyküsünü anlatırız,” diye heves ettik.
Eve gelince yemek masasını
hazırladık, erken bir rakı koyup güzel kızımızı beklemeye başladık. Saatinde
geldi ve hemen salona geçip o akşamki yiyeceğini beklemeye başladı. Yemek tepsisi
içine kızarmış istavritleri çok sevdiği havuç salatasını koyup, salona,
televizyon karşısındaki divana götürdük. Kısa sürede yedi, ardından da balıklar
hakkındaki damak zevkini
“Ben küçük balık sevmiyorum
baba ya, yine de eline sağlık!” diye belirtti. Biz de yemek masasında
istavritlerle baş başa kalınca onlara şiirlerini okuduk.
Küçük istavrit
Küçük istavrit yiyecek bir
şey sanıp,
Hızla atıldı çapariye,
Önce müthiş bir acı duydu
dudağında,
Gümbür gümbür oldu yüreği,
Sonra hızla çekildi
yukarıya…
Aslında hep merak etmişti,
Denizlerin üstünü,
Neye benzerdi acep gökyüzü?
Bir yanda büyük bir merak,
Bir yanda ölüm korkusu…
“Dudağı yarıklar” denir,
şanslıdır onlar.
Hani görüp de gökyüzünü, insanı,
Oltadan son anda
kurtulanlar…
Ne çare balıkçının
parmakları hoyratça kavradı onu,
Küçük istavrit anladı yolun
sonu…
Koca denizlere sığmazdı
yüreği,
Oysa şimdi yüzerken,
Küçücük yeşil leğende,
Cansız uzanıvermiş
dostlarına,
Değiyordu minik yüzgeci…
İnsanlar gelip geçtiler
önünden,
Bir kedi yalanarak baktı
gözünün içine,
Yavaşça karardı dünya,
Başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin
maviyi,
Beyaz mercanı, bir de yeşil
yosunu…
İşte tam o anda eğilip aldım
onu,
Yürüdüm deniz kenarına,
Bir öpücük kondurdum başına,
İki damla gözyaşından
ibaret,
Sade bir törenle saldım
denizin sularına…
Bir an öylece bakakaldı,
Sonra sevinçle dibe daldı,
Gitti, tüm kederimi söküp
atarak,
Teşekkürü de ihmal
etmemişti,
Birkaç değerli pulunu elime
avuçlarıma bırakarak…
Balıkçı ve kedi şaşkın
baktılar yüzüme,
Sorar gibiydiler neden
yaptın bunu niye?
“Bir gün…” dedim,
“Bulursam kendimi yeşil
leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar hep bir umudum
olsun diye…”
Dr. Serdar Sıralar
Balıkların Sırtını Sıvazladık!
Halimiz böyleydi, bir yandan
balıklarla yarenlik ederken
bir yandan da “kırmızı-
beyaz et-balık” üçlemesini kafamızda
dolaştırıp duruyorduk.
Balığa çok titizleniyorduk ama gelin görün ki çocuk milleti laftan anlamaz.
İster büyüsün ister büyür gibi görünsün, çocuk çocuktur. Gerçi kızları az biraz
büyür ama erkekleri çocuk gelir, çocuk gider! Bizim kızımız da yavaş yavaş büyüyordu
ancak zaman zaman tatsızlık çıkarmaktan da geri kalmıyordu. Önüne konan
balıkları şu ya da bu şekilde yiyen çocuk bir gün, “Ben ızgara balık severim!”
iddiasında bulunup üstelik bizi de pişirme tekniğini bilmemekle suçladı!
Zan altında kalmak hoş
değildir. Savunma yerine kültür balığı iki çipurada karar kıldık ve aldık.
Izgarayı yağlayıp, balıkların sırtlarını sıvazlayıp yatırdık. Balığın pişmesi
için gözünün pörtlemesi yeterlidir ama bu kızımızı kesmez, kömüre yakın ızgara,
severdi! Onun için ‘’balıklardan biri kömür olsun’’ diye bekledik; beklerken
kıvırcığı altlık yapıp, az biraz domates, taze nane ve maydanozla bir salata
yaptık ki; bol limon, bol zeytinyağı gezdirirsen yeterli! Ancak bu bizim
salatamızdı! Babiş’e domatessiz ve nar ekşili yapmak gerekirdi.
“Doymadımm!”
Bu arada sofra kurma
görevini yine biz yerine getirip, asli işimizi sürdürdük. Bıçak, çatal, bardak yerleştirdik
masaya; artık her şey tamamdı. Baba-kız afiyetle, ağız tadıyla balık yiyecek,
arada dedikodu yapacak, vakit kalırsa günlük işlerden konuşacaktık. Nitekim
öyle de oldu ama Babiş.; “Biliyorum yanlış ama ben balığıma limon sıkacağım,”
demeseydi; bunu yapmasaydı! Yaptı. Zaten ne yapabilirdik ki? “Hiç olmazsa
yanlış olduğunu biliyor,” diye kendimizi teselli ettik.
“Hacı ellerine sağlık!”
“Afiyet olsun kızım!”
“Doydun mu dersen, hayırrr!”
“Ee yuhh be kızım! Önce
çorbayı hüplettin, ardından koca balığı midende yüzdürdün; nar ekşili kıvırcık
da yan gel yat oldu! Artık bir şey yapamam, istersen kestane var!”
“Olur yerim!”
“Tamam, suya yatırayım o
zaman!”
O güne kadar kestaneleri
çizer, köz tavasında arkalı önlü pişirmeye çalışırdık. Bir gün okuduğumuz gazetede,
yöntemimizin yanlış olduğunu öğrendik. Önce marketten kestaneyi alıyorsunuz,
eve gelince poşetten çıkarmadan bir köşede bekletiyorsunuz. Taa ki, “Kestane
nerde kaldıı!” denilene kadar. İyi bir kestane pişirmenin püf noktasını, yani
kestaneciler gibi sıra sıra dizmenin sırrını öğrendik. Kabuklarının çabuk soyulmasının
nedeni, pişirmeden kestaneleri boydan boya çizmek, bir saat suda bekletmekmiş!
Sonrası ise ocağın başında “Kestane kebap, kestane kebap, yemesi sevap!” diye
bağırıp, müşteriyi kestanelerin yanına çekmekmiş!
“Kereviz de nedir?”
Keçinin sevmediği ot
burnunun dibinde bitermiş. Bizimki bir gün “Canım kereviz salatası çekiyor,
yapsana!” demez mi? Kerevizi uzaktan görmüşlüğümüz vardı. Lakin elimize almışlığımız
yoktu! Aldı mı bizi bir telaş! Derdimiz “Ya Babiş’e karşı rezil olursak?”
telaşıydı. Gittik pazara, tezgâhlar arasında dolaştık durduk; sonunda bu önemli
sebzeden, üç tane alıp eve geldik, bir hal çaresi aramaya başladık. Memleket
mutfağından bildiğimiz birkaç salata vardı; biri çoban, ikincisi koruk suyuna salatalık
doğranarak yapılan; bir başkası ise içine bostanda yetişen neredeyse her şeyin
konulduğu bostanaydı. Kerevizler bir yanda, biz bir yanda yemek kitaplarına
başvurduk ama herkes kendince bir tarif veriyordu. Kimi “Hemen limonlu suyun
içine rendele,” der kimi de “Yoğurda rendele, hatta biri yanında olsun, hemen
rendelediğini alıp içine atsın ki kararmasın. Kereviz çok çabuk kararır,”
diyordu. Biz inisiyatif kullanıp kerevizleri yarım limonluk suya rendeledik,
rengi de ak pak oldu kararmadı. Burnumuza gelen kokuyu da sevdik. Ardından
yoğurt çırptık, birkaç diş sarımsak dövdük, sonra da
kerevizlerin çabuk çabuk
suyunu süzüp ekledik. Sonucu merak ediyorduk ama tatmak pek içimizden
gelmiyordu. Buna rağmen tattık ve bir şeylere benzetemedik. Tanımışlığımız
yoktu ki nereden bilelim? Koyduk dolaba kereviz salatasını, bekliyorduk ki
sahibi gelsin, hazırladığımız mantarlı bonfilenin yanında yesin. Biraz rötarlı
geldi, etüde kalmış; bu arada artık ortaokullu olmuştu. Gelince sunduk tepsiyi.
İlk tepkisi, “Babiş bonfileyi
ikinci kez mi ısıttın?”
oldu. “Evet,” deyince de “İkincisi buysa
birincisinin tadını tahmin
bile edemiyorum, ellerine sağlık…” dedi. Söz kereviz salatasından açılınca da
“Biraz sulu bırakmışsın, sulanmış!” yorumunda bulundu.
Ar-ge çalışmalarına hız
verdik!
Babiş hafta sonu ziyaretlerine
gitmediğinde sabahları kahvaltıda buluşurduk. Ancak kahvaltı sofrasına aynı
anda oturamıyorduk! Kızımız tatil günü biraz daha uyumak istiyordu. Biz de çay
içerek onu bekliyorduk.
“Önemli olan birlikte
kahvaltı edebilmekti. Kahvaltıyı hazırlar; çayı demler, peyniri zeytini
çıkarır, sofrayı kurar, “hoşluk olsun” diye yeni bir şey dener, “Ar-ge
çalışmalarımıza yararı olur,” diye düşünürdük. Bir sürü güzel yemek mutfak
ustalarından çıkmamış mıydı? “Neden olmasın?” diyorduk. Onun için pazar
sabahları erken kalkar, bu deneyleri yapar ve kızımızın gözüne bir kez daha
girmek isterdik. Aslında yaptığımız kolay ve basitti. “Nasıl olsa bayat ekmek
var; tereyağı, yumurta taze kaşar da var. ‘’Neden bir deney yapmayalım ki?”
derdik. Tavaya önce az tereyağı, sonra ekmekleri ince doğrar, kızartır üstüne
bir yumurta kırar, bir kapakla kapatıp kısık ateşte az biraz demlenmeye
bırakır, indirmeden bir iki dakika önce de kenarlara biraz kalınca taze kaşar
rendelerdik. Ancak geçmişti o günler. Kızımız büyümüş, büyüdükçe kendi
kahvaltısını kendi eder hale gelmişti. O halinden memnundu ama bizimki de baba
yüreğiydi, yatarken de sabah kalktığımızda da aklımızı ona takılı bulurduk. “Ne
yiyecek ne içecek? Yine hiçbir şey yemeden, okula aç mı gidecek? Böyle de olmaz
ki?” der dertlenirdik! Ancak neylersiniz ki babaların da çocukları üstündeki
otoriteleri bir yere kadardır.
‘’Baba haline şükret!’’
Bir sabah baktık ki kızımız
ayakta kahvaltı hazırlığında; “Güngelir gerekli olur,” diye dondurucuda
beklettiğimiz patatesli börekleri kahvaltısına katmayı teklif ettik. “Olurr!”
deyince de börekleri aşağıya indirdik. Çözülmelerini bekledik. Bu arada çay
demledik, ardından da kızartma işini üstlendik. Börekler nar gibi olunca sofrada
bekleyen kızımıza servis edip, günlük rutinimize döndük. Duşumuzu aldık.
Pantolon gömlek giyip, mutfağa uğradık. Babiş’in tabağında tek başına duran
mini minnacık bir börekle gözgöze geldik. Şaşkınlıktan ağzımızdan “Yuhhh yani!”
çıktı. Babiş karnını tıka basa doldurmuş haliyle oldukça sakindi ve sakin sakin
de yanıt verdi.
“Baba, ya anoreksiya olan
bir kızın olsaydı? Şükret!” dedi.
“Ay sen mantı mı açtın?”
Sonbahar gelmişti sonunda,
rüzgâr sağda solda geziniyordu. Bazen de güneşle bir olup yakıp yıkıyordu
ortalığı! Aslında bize bir zararı yoktu hatta seviniyorduk tekrar geldiğine; sayesinde
yazlık yemekleri kaldırmaya başladık, artık soframızda kışlıklar boy göstermeye
başladı. Mercimek çorbası karıştırıyorduk, nohutlu bulgur pilavı yapıp içine
gizli gizli domates ekliyorduk. Börekleri çörekleri düşünür olmuştuk; mantı
açmaya bile heveslendik! Hatta “Babiş’e sürpriz olur,” diye bir gün de yaptık.
Gerçi tarif almadığımızdan aklımıza uyup “Üstesinden geliriz,” dediğimizden az
biraz sıkıntı çektik. Bir türlü hamur simetrisini tutturamadık. Bir şeridi dar,
birini
uzun kestik; kıyma kiminin
üzerinde çok, kiminin üzerinde minnacık durdu. Tezgâh başında birkaç saat
ayakta dikilmek, pek belimize yaramadı ancak sonunda mantı kapamayı öğrenip bu
işten de yüzümüzün akıyla çıktığımıza inandık. Gerçi mantımızın kırkı bir
kaşığa sığmazdı ama “Hiç olmazsa artık kızımıza hazır mantı yerine kendi yerli
malı mantımızı yedireceğiz,” diye
gururlandık! Sonunda Babiş
okuldan geldi. Selam sabahtan sonra tabii ki akşamın mönüsünü sordu:
“Yemekte ne var? Karnım çook
aççç!”
“Mantı yaptım kızım!”
“Ay sen mantı mı açtın?”
“Valla denedim, dur
bakalım!”
Babiş başka ses etmedi,
bekledi ki sofra hazır olsun. Biz ise
hızımızı alamadığımızdan iki
seçenek birden sunduk. “Fırın
mı olsun yoksa suda mı
haşlayayım?” dedik ve “Fırın olsun!” yanıtını aldık.
“Yaşlanıyorsun!”
Fırını en son ayara
getirdik, tepsiyi az biraz yağladık, mantıları serip bekledik ki kıtır
olsunlar. Bu arada bir başka hazırlığa giriştik. “Babiş mantıyı sarımsaklı
sever,” diye iki sarımsağı havanda ezip, çırptığımız yoğurda ekledik,
beklediler bir yanda; bir de küçük bir tavada tereyağı eritip, az biraz
salçayla sulandırdık.
Bu arada evin köpeğinin çişi
ve kakası geldiğinden, bu görev de her zaman bizim olduğundan, onu alıp parka
çıktık, uzun uzun dolaştırdık, çişini yaptırdık, kakasını topladık! Arada bizim
gibi çocuğunun gazına gelip, yeni köpek sahibi olmuş hanımlarla tanıştık,
sohbet ettik eve döndük.
Huyumuzdur her yaptığımız
yemekten sonra yorum alırız.
Yine öyle yaptık Babiş’e;
“Mantı nasıl olmuş?” diye sorduk.
“Skandal, yarısını ancak
yiyebildim! Casita’da nasıl yapıyorlarsa
kıtır bırakıyorlar!” dedi.
Bu laflar o güne kadar
aldığımız en ağır yorumdu. Kalbimiz kırıldı. Kızımıza gücendik ama işi
pişkinliğe vurup mantının neden “skandal” boyutta olduğunu öğrenmeye çalıştık.
Özetle dedi ki: Yaptığımız mantı bize yakışmamış! Yoksa biz o güne kadar öyle
yemekler yapmışız ki tadından yenmezmiş, son olarak öldürücü darbeyi de vurup
konuyu kapattı: “Yaşlanıyorsun!”
“Aslan parçası” oyuncaklarla
büyür!
Meraklılar yeri geldiğinde
ana babalara, “kız mı isterdin, oğlan mı?” diye sorar. Zor bir sorudur ve istek
başka, kucağınıza aldığınız başkadır! Kapısında heyecanla beklediğiniz doğum
odası açılır doktorunuz, “Bir oğlunuz oldu, nur topu gibi maşallah, Allah
bağışlasın…” der. Artık hayal kurabilirsiniz “İlk oyuncağı ne olsun?” Baba
oğluna ne alır ki? Fazla kafa
yormaya gerek yoktur.
Takımının forması, kaşkolü, hayalindeki arabanın oyuncak olanı, top, tüfek,
tabanca! Sizin “aslan parçası” bu bir sürü oyuncak arasında büyür, fazla
büyüdüğüne kanaat getirdiğinizde ilk bilgisayarını alırsınız; arkadaşları
Cenk’i Berk’i eve çağırır, araba yarıştırır ya da top oynar! Arada onunla
muhabbet bile eder, “Naber lan ayı!” diye hal hatır sorar, sevgi gösterisinde
bulunmak için kıçına tekmeyi basar, yakaladığınızda da alt üst olur,
boğuşursunuz. Kimi hafta sonları, formaları giyer kaşkolleri boynunuza dolar,
“Oğlan üşümesin!” diye beresini kulaklarına kadar çeker maça götürür, karşı
takıma beraber küfredersiniz!
“Ulan bu eşek ne zaman adam
olacak?”
Sonunda ona “erkek” olmayı
öğretmenin yollarını “eksiksiz” yerine getirdiğinize kanaat getirip, en can
alıcı soruyu sorar, “Kızlarla aran nasıl, var mı bi şeyler lan?” der, kem kümle
ağzından çıkanları can kulağıyla dinler, dinlerken de ölüp ölüp dirilirsiniz!
Bu ta ki bir kızla çıkana kadar sürer. Çıkmadı diyelim, vesveseden sizin
canınız çıkar. Bir de “Ulan bu eşek oğlu
eşek ne zaman adam olup
büyüyecek de baba oğul karşılıklı rakı içeceğiz?” derdine düşersiniz. Bir erkek
için oğlan çocuğu babası olmak, gurur kaynağıdır; boşuna mı erkek adamın erkek
evladı olur demişler.
Peki, tersi oldu diyelim.
“Bir kızın oldu, çok güzel maşallah,” dediler! Hiç düşünmüş müydünüz kız babası
olacağınızı? Biz düşünmemiştik.
Bir şubat günü doğum
odasının kapısında merakla beklerken, “Kız mı olacak, erkek mi?” soruları ilk
kez bize kendini hatırlattı ve bir ciyaklama sesi duyduk! “Kız bu!” dedik ve
kapı açıldı doktorumuz “Bir kızınız oldu!” dedi. O günden sonra da kız babası
olmanın ne demek olduğunu öğrendik!
“Snake oil nedir bilir
misiniz?”
Yoksa nereden bilecektik her
gülücüğün, her öpücüğün; her
“Babacım babacım!” demelerin
ayrı ayrı anlamı ve mesajları
olduğunu? Parktaki her kedi
köpeğin ve de oğlan çocuğunun
sevilmesi gerektiğini,
gülücükler gönderilmesinin anlamını
nereden bilecektik? Her
görülen renk ve biçimdeki saç tokasının
alınması gerektiğini nereden
bilecektik? Her güne her duruma ve
de her duygu yüküne karşı
giysiler gerektiğini nereden bilecektik?
Üç gün aç biilaç gezilip bir
gün doymak bilmez yenilmesini, üstelik yenilirken fındık fıstığın ve de
çikolatanın abartıldığını ama sonra da “Yüzümü sivilceler bastı, beni doktora
götür!” yakarışlarına neden olarak yenilenlerin gösterilemeyeceğini nereden
bilecektik? “Deniz mineralleri içerir yağ içermez” “Hassas ciltlere yönelik
kayısı özlü peeling” ne demek; ya da
“sugar scrub manicure
peeling” ne işe yarar, nereden bilecektik? Hele hele Tanrı’nın bahşettiği
lepiska saçlara “tatlı bademyağı”, “snake oil (yılan yağı)”, “papatya suyu”,
“içten dıştan ikili onarım, kırılma karşıtı, kuru, yıpranmış veya kırılan
saçlar için” hem bilmem ne firmasının hem de bilmem ne firmasının “yeni sıvılaştırılmış
ipek içeren” sıvı ipek teknolojisi ile üretilen ürünün ne olduğunu nereden
bilecek; bütün bunlar varken bir de yeni “yüzde yüze kadar daha az saç
kırılması ve yüzde doksan beşe kadar daha az çatallaşma” vaat eden bir başka
ürüne de gerek olduğunu, nereden bilecektik? Hiç bilmez, anlayamaz ancak
uzaktan uzaktan seyreder, gülümser; gün gelir aktar aktar dolaşıp “çakma
olmayan papatya” ararsınız! Ancak bütün bunlara karşın öyle bir gün gelir ki,
evdeki zeytinyağının durmadan azaldığına bir türlü anlam veremezsiniz!
Biz bunların hepsini
yaşadık. İyi bir deneyimdi ve yirmi yılımıza mal oldu! Artık gözü kapalı bir
kız çocuğu büyütebiliriz.
Baba kız aylardır stres
altındaydık. Okula git gel, dershaneye git; ondan gel bu sefer de evde çalış,
çalış babam çalış! Dur durak yoktu Babiş’e. Çünkü sınavlara hazırlanıyordu.
“Babaaa ben sınav sabahı ne
yiycem?”
Aklınıza “Zıkkımın kökünü!”
demek geliyor değil mi? Diyemezsiniz!
Çünkü siz sorumlu bir
babasınız, “zıkkım” yerine “Ne yemek istersin kızım?” demelisiniz.
Biz de öyle yaptık zaten,
onun adına bize fenalık gelmişti de çaktırmamaya çalışıyorduk. Sonunda son
haftaya gelindi gelinmesine ama hiç beklemediğimiz sürprizlerle karşılaştık;
sorun her zamanki gibi yine
yemekti.
“Babaaa!”
“Ne var kızım?”
“Sınav akşamı ben ne yiycem?”
“………”
“Babaaa!”
“Ne var kızım?”
“Sana söylüyorum duymuyor
musun?”
“Duyuyorum!”
“Eee niye cevap
vermiyorsun?’’
“Kızım ne istersen onu ye!”
“Hafif şeyler yemek
istiyorum!”
“Peki…”
“Babaaa!”
“Ne var kızım?”
“Sınav sabahı kahvaltıda ne
yiycemm?”
“Zakkum diye bir bitki var.
Onun kökünü ye diyecem ama
sen tadını bilmediğin
şeyleri yemezsin ki?”
“Babaa!”
“Ne var kızımm, ne
istiyorsun?”
“Kepekli ekmek, beyaz
peynir, kaşar, yumurta ama üstü iyi
pişsin; bir de ceviz, bal ve
de dut pekmezi istiyorum.”
“Kızım dut pekmezini sen hiç
ağzına koymadın ki!”
“Hayır yiycemm!”
“Peki!”
“En iyisi tamirci ol”
Bu diyaloglar birkaç gün
sürdü, bazı detaylar daha da kesinleştirildi;
Eklemeler çıkarmalar oldu ve
sonunda sınav sabahı geldi çattı.
Baba kız aynı anda, sabahın
köründe yataklardan fırladık ki Babiş’in akıllı telefonu saatleri bir saat
ileriye alıp, kendisini gereksiz yere uyandırmış! Ancak telefona “fırça”
atılamayacağına göre bir sorumlu bulundu!
“Baba, gürültü etme biraz daha
uyuycam.”
“Peki kızım, sen uyu ben
kahvaltıyı hazırlayayım.”
Büyük özen gösterip
hazırlıklara başladık; en güzel sofra takımlarımızı çıkarttık, peynir kestik,
ekmek kızarttık, cevizdi kaşardı ne istendiyse eksiksiz masaya koyduk. Her şeyi
hazır, tamam ettik ki Babiş kalksın!
Nitekim oflaya puflaya
kalktı, kalkar kalkmaz da fırçasını attı!
“Masa kurmuşsun?”
“Evet?”
“Ben mutfakta yiycem!”
Belli ki kendince bazı
şeyleri uğur bellemiş, “totem” yapıyordu ses etmedik. Masanın yarısını mutfağa,
bizim kahvaltı yaptığımız, akşam yemeklerimi yediğimiz “hizmetli” masasına
taşıdık! Kızımız bir yandan kahvaltısını etti, bir yandan arkadaşlarıyla
mesajlaştı; bizim arada patlattığımız esprileri anında onlara yetiştirdi,
parmakları durmadan çalıştı, bazen de telefonla konuştu, kahvaltısını bitirdi.
“Babiş!”
“Ne var?”
“Diyorum ki sen bu sınavı
boş ver, en iyisi Blackberyy tamircisi
ol!”
Bu fikir çok hoşuna gitti
üstümüzden büyük bir yük kalktı! Ne de olsa on yıllık çabamız sonunda meyve
vermişti! Baba kız güle oynaya sınava gittik! Birkaç hafta sonra sonuçlar geldi
ki Babiş “iyi” okullardan birini kazanmış! Bir sevindik bir sevindik ki sormayın.
Artık bundan böyle günler daha önceden deneyimli olduğumuz rutine girecekti.
Pazartesi aynı, salı aynı ve de çarşamba, perşembe, cuma… Her sabah saat
06.10’da kalkılacak, kahvaltı verilecek; kimi gün kaşarlı tost, kimi gün
kıymalı sigara böreği, belki çorba ya da pankek ya da hiçbir şey yemeden,
“Okulda yerim!” tavrına boyun eğilecekti Bu arada okul çantasına öğlen yemeği
için ya tavuklu ya kuru etlı sandvıç konulacak ve servis gelecek. Saat 06.40: Babış
gitti. Şimdi doğru markete, sırada alışveriş var. Saat 16.20: Babiş servisten
indi; zil iki kez çalacak, merdivenlerden bir kız inecek ki dünyalar güzeli!
Ancak bu güzel kız bir öpücük bile vermeden hemen “yemekte ne var karnım çok aç
Babiş?” derdi. “Kızım dur hele bir soluklan, günün nasıl geçti? Okul nasıldı?”
“Öff baba yaa, nasıl olacak
ilk gün işte! Yeni sınıf, yeni arkadaşlar; bir kız vardı illet oldum, uyuz bir
şey!”
“Cafe Fernando’dan tarif
al!”
Bu demekti ki kızımız bu yıl
okula “iyi” başladı! Okul dönüşleri muhteşemdi, önüne ne konulsa yiyordu ve
“Eline sağlık, aferin!” alıyorduk. Bu da bizi gururlandırıyor, şevke
getiriyordu. İstiyorduk ki ona her gün daha güzel yemekler yapalım sürekli
“aferin” alalım. Ancak bunun için sıkı bir mönü hazırlamak, onay almak
gerekiyordu! Gerçi çoğunlukla “olabilir” diyordu ama bazen de istekler bizi
korkutuyordu. “Yemek bloglarına baksana, orada çok güzel tarifler var. Mesela
Cafe Fernando’dan
Domates çorbası tarifi al!” İyi de biz eninde sonunda denkleştirebildiklerimizle
karın doyurmaya çalışan bir babaydık. Bir gün kıymalı mercimek pişirirsek, öbür
gün makarna… Üstelik ikisi de kıymalıydı. Baktık bütçemizi aşmayacak, o zaman
bonfile de pirzola da sofraya koyuyorduk. Kahvaltıda kavurma da pastırma da
oluyordu, kimi
zaman peynir ekmek de…
Şükretmek lazımdı.
“Saçıma zeytinyağı sürdüm!”
Okul iyi gidiyordu ancak
arada aksaklıklar da çıkmıyor değildi.
“Baba şu saçımın haline
bakar mısın?”
“Ne var kızım saçında? Her
zamanki gibi güzel görünüyor! Bugün değişiklik yapıp toplasan?”
“Dalga mı geçiyorsun?
Baksana şunlara yapış yapış!”
“Evladım bir şey yok, her
zamanki saçın işte!”
“Bii şeyden anlamıyorsun!
Ben yarın okula gitmiyorum!”
“Saçmalama!”
“Saçmaladığım falan yok, bu
halde kesinlikle okula gitmem!”
“Evladım ne var saçının
halinde?”
“Daha ne olsun? Zeytinyağı
bir türlü çıkmıyor!”
“Zeytinyağı ne demek?”
“Saçıma zeytinyağı sürdüm,
bu sefer fazla kaçtı galiba!”
O günlerde elektrik üretimi
sınırlıydı. Çünkü elektrik ancak Babiş ile kaçak kullanıcılara yetiyordu!
Kızımızın elinden fön makinası düşmüyordu; kaçak kullanıcılar ise tavana asılı
karyolaya elektrik verip soba icat etmişlerdi!
“Snake oil bilir misiniz?”
Yani yılan yağını! Biz
bilmezdik. Bir gün Babiş işyerimize telefon açtı, “Baba akşam gelirken yılan
yağı getir,” dedi. Hiç sorgulamadan “Peki kızım,” dedik. Ne işe yarayacağını
ise ancak Google yoluyla öğrendik. Şimdi düşünüyoruz da “Be adam sorsaydın ya
yılan yağını ne yapacaksın kızım?” diye… Aklımıza hiç gelmemişti ki! O güne
kadar kızımızın hiçbir isteğini sorgulamamış, “Hayır!” dememiştik. Hala da
demiyoruz. O zaman başına geleceklere katlanırsın…
Üç gün aç bir gün doymak
bilmez!
Bir gün geldi evimizde,
“yağlı yüzlü” yemek pişirmek yasaklandı.
Çünkü kızımız obez olmamasına,
kilolu göstermemesine rağmen sadece “sağlık, doğru beslenme alışkanlığı edinme”
adına diyete başladı. Artık ne pazarları dışarıda kahvaltı edip tereyağlı,
sade, peynirli yumurtalar; yanlarında da kıymalı, peynirli kol börekleri
yiyebildik ne de pidecilerde kavurmalıydı, kaşarlıydı, “Üstüne tereyağı da
sürelim öyle yiyelim; boğazımızdan rahat insinler…” diye pide
yiyebildik!
Yediğimiz sabah akşam sebze,
içtiğimiz şekersiz çay. Ya da artık kim bilir nerelerde bitmiş, türlü türlü
şifa niyetine ot çayları, ıhlamurdu!
Dolapta Allah’a şükür etimiz
vardı. Ancak günlerdir kalem kalem pirzolalar, dövülmeden dilimlenip dinlenmeye
yatırılmış bonfileler; yarısı kemikli yarısı parça parça edilmiş yuvalama
yapılmayı, bezelye yapılmayı şiş kebap yapılmayı bekleyen kuzu etleri,
köfteler, kavrulmuş kıymalar el değmeden yatıp duruyordu. Ancak gelin görün ki
bunlar yenilmez, protein öyle yerli yersiz tüketilmezmiş. Kızımıza bu akılları
veren bir diyetisyendi! Randevu aldı, gitti görüştü. Döndüğünde elinde üç
sayfalık bir “yol haritası” vardı!
Önce bizi bir deniz kenarına
çağırdı, son kez kahvesini orta söyleyip bizim iki şekerli çayımıza “Çok şeker
atıyorsun,” diye laf sokuşturup, diyet programını satır satır hangi gün hangi
öğünde hangi yiyeceği, ne kadar tüketeceğini anlattı. Tabii bu durumda ilk
işimiz evdeki yiyecekleri unutup, en yakın marketin yolunu tutmak oldu. Yürümek
zor değildi, ancak zorumuza giden marketlerin o kokuşmuş, buruş buruş olmuş
sebzelerine,
eşek yükü kadar para
vermemizdi! Yoksa kızımız acele etmese, bize biraz zaman tanısa, ona Kadıköy
çarşıdan ne kerevizler ne
semizotları, ne ıspanaklar
alırdık ama “Tez canlılık onunki…” dedik, üstünde durmadık. Babiş evde bir
yandan ders çalıştı, bir yandan da harıl harıl kendi pişirip, kendi yedi. Ancak
son günlere doğru biraz mahzunlaştı, biraz süzüldü, inceldi. Tıpkı bir bahar
kuzusu gibi, yalnız başına dolanıp durdu ortalıkta. Bekledi ki akşamları babası
gelsin, onu markete götürsün, diyet programının içinde yer alan birbirinden
ilginç otları alsınlar, evlerine mutlu ve mesut dönsünler. Haftada bir iki
gittik. Babalık görevimizi eksiksiz yerine getirdik getirmesine de Babiş’i
dondurma reyonunun önünden çekip almak içimizi sızlattı. Diyetisyenlere
veryansın edip “Küçük bir kız çocuğundan birkaç kaşık dondurmayı esirgemenin
âlemi var mı?” dedik.
‘’Eti marketten mi aldın?’’
Aklın yolu birdir. Birkaç
gün geçti geçmedi, kızımız kendi aklına geri döndü ve mutfağa girdi. Artık
hünerini göstermeye başlamıştı. Brokoli çorbası pişirip, kereviz salatası
yapıyordu yapmasına da genel geçer yiyeceğimiz etti. Köfte yapıyorduk dana
etinden, içine az biraz da kuzu eti karıştırtıyorduk. İyi de et her yerden
alınmazdı ki! Zaten alsak Babiş’in damağından geri dönerdi. “Babaaaa eti Hulki
amcadan almadın mı?” der, salondaki divandan seslenir, eti marketten aldığımız
ortaya çıkardı. Düşünün artık kızımızın damak zevkinin ne kadar geliştiğini;
dolayısıyla yıllarca Kadıköy’deki kasap Hulki’den başka bir yerden et almadık.
Hulki sucuk yapar, tereddütsüz alır, kahvaltıda üstüne yumurta kırardık; Babiş
de sade sucuğun yağına ekmek banardı. Hulki pirzola hazırlar, yiyince
dağlardaki bütün otun, çiçeğin tadını almış gibi olurdun! Hulki şiş hazırlar,
bıraksan Babiş sekiz on tanesini yerdi. Bonfile alıp, dövüp içine kaşar sarıp,
dürüm yapmak ise kızımızın en sevdiği nimetti. Kızımızla sevdiğimiz, kolay ve
çok lezzetli bir yemeğimiz vardı. Adına “fırına et atmak” diyorduk.
Güneydoğu’da sıklıkla yenen çok pratik, çok lezzetli bir yemektir. Babiş’e ne
zaman
“Fırına et atayım mı?”
önerisinde bulunsak, “He!” der, başka da bir şey demezdi.
Yemeğin aslı bizim ev
fırınında pişirdiğimiz gibi değil. Doğrusu taş fırında pişirilendir; çünkü taş
fırın lezzeti fırında neredeyse yarı yarıya etkilidir. Durum böyle olunca
ağzımızda kalan çocukluk tadıyla idare edip, Babiş’e yıllarca ev fırınına
atılmış etin tadını sunduk; o da öbür tadı bilmediğinden “Nefis, nefis!” deyip
önüne konulanları silip süpürürdü.
Size kolay, lezzetli olan bu
tarifi verelim. Bakarsınız fırına et atarsınız günün birinde...
Malzeme: (iki kişilik)
- Yarım kilo yağlı kuzu eti
kıyma alın. Çünkü yağsız et yemek, yemek değildir. Ona doyumluk derler!
-İçine tuz, birkaç diş
dövülmüş sarımsak ve biber salçası katın ki renk ve tat versin.
- Sonra bunları karıştırıp,
tepsinin ortasına bir parmak
Kalınlığında yayın. Kenarlarına
da domates, biber ve de patates dilimleyin fırına verin. Yarım saat sonra da
afiyetle yiyin.
“Kafan karışmasın!”
Bizim evde çorba yapımı ve
isteği çok konuşulurdu. Ancak bu kadar konuşulmasına rağmen çorba sayımız
sınırlıydı. Çoğunlukla mercimek ve tavuk suyuyla çorba yapardık. Biz ve Babiş
her gün çorba içsek bıkmazdık! Kızımızla çorba konusunda
anlaşıyorduk. “Evin aşçısı” her gün pişirsin “evin kızı” da her gün
içsin; baktı ki çok hoşuna gitti, kahvaltıda da içsin! O kadar sevilirdi.
Yalnız iyi pişirilen çorba mercimek ve tavuktu. Eh ezogelin de fena sayılmazdı.
Ancak her zaman mönümüzü yeniler, eklemeler yapardık ki “müşteri kaçmasın başka
yerlere yönelmesin.” Diye, bu da demekti ki, yeni çorbalar bulmak lazım!
Bir gün öneri Babiş’ten
geldi! “Kremalı mantar çorbasını denesene!” dedi.
“Ne içmişliğim var ne
yapmışlığım! İçine ne konulduğunu da nasıl yapıldığını da bilmem!”
“Artık internet var! Yalnız
yığınla da tarif var; kafan karışmasın. Sen en iyisi not al,” dedi.
“Ohaaa, nefis olmuş!”
Tarifle yemek pişirmeyiz.
Ancak bu çorbayı bilmediğimizden, bize en yakın geleni not aldık ve uyguladık.
- Önce mantar ve krema
alacaksın çarşıdan, sonra çorba zamanı gelince tereyağında un kavuracaksın.
Üstüne sıcak su dökeceksin. Baktın unlar topak topak oldu, beceremedin
kavurmayı, korkma! Karıştırıcın elinin altında olsun, yeter.
- Mantarları yıkayıp küçük
küçük doğramıştın ya! Hadi şimdi onları da ilave et çorbanın suyuna ve az biraz
pişmelerini bekle;
- kıvam ağır olduysa sıcak
su ekle, yok baktın her şey yolunda gidiyor tuz ekle!
- Mantarı diri seviyorsan
erken indir ocaktan ama indirmeden kremayı ekle ki çorban tamam olsun!
Bunların hepsini harfiyen
uyguladık; ara ara çorbadan kaşık çalıp, uygun hatta nefis bulduk ve bekledik
ki kızımız gelsin not versin.
Nitekim geldi. Gelir gelmez
de çorbanın başına geçti, önce görüntüyü inceledi ses etmedi, ardından niye
yanında kıtır olmadığının hesabını sordu. “Bununla kıtır yenmez!” dedik.
Çokbilmişliğimize pek
inanmamış da görünse “Hımm…” dedi. Ana yemeğin sunumunu yapmak için mutfağa
yöneldiğimizde ise iltifatını esirgemedi. “Ohaaa, nefis olmuş baba!”
“Karga kahvaltısı cevizle
olur!”
Bilirsiniz ana babalar
çocuklarına öğüt vermeye, yaşadıkları deneyimleri aktarmaya, onları uyarmaya
pek önem verir, pek severler. Bunu da her gerekli gördüklerinde yaparlar. Biz
öyle bir baba olmaya pek heveslenmedik. Çünkü kendimizden biliyorduk ki siz ne
söylerseniz söyleyin, çocuğun bir kulağından girer öteki kulağından çıkar
gider. Onun için en iyisi ona öğüt vermekten çok onu dinlemektir. Biz öyle
yapıyorduk.
Hafta sonları kargalardan
önce kalkıp işe gidiyorduk, onlar uykuya çekildiğinde ise eve doğru yola
koyuluyorduk!
Bir hafta sonu yine aynı
rutinle başladı. Pazar günü işe gitmek
için evden çıktık. Ilık
sonbaharın tadını çıkara çıkara Kadıköy
İskelesi’ne yürüdük.
Simitçiden biri kendimize biri martılara
iki “taş fırın” simidi
aldık. Beşiktaş vapuruna bindik, güverteye
çıktık; İstanbul’un eşsiz
manzarasını seyre durduk, martılara simit
atıp arada da çayımızı yudumladık.
Vapur Beşiktaş’a yanaştı.
İndik. Bu kez Ihlamur’a
doğru yola koyulduk.
Yürürken pek etrafımızla
ilgilenmeyiz ama pazar sabahı asfaltın ortasındaki bir karga dikkatimizi çekti.
Belli ki erkenden kalkmış, gelen geçen araçlara aldırmadan, cevizle kahvaltı
ediyor!
Karnımız aç, üstelik cevizi
de severiz. Hele sıcak ekmek arasına koyup yemeye bayılırız ki demeyin gitsin.
Ancak ceviz kargada, asfaltın ortasında! Karga yükselip ağzındaki cevizi
gelen geçen araçların arasına bırakıyor, kırmaya çalışıyordu!
Durduk yolun kenarında,
başladık karganın kahvaltısını seyretmeye. Bir yandan da kendimize, “Gördün mü
bak, ne kadar akıllı hayvan, ekmeğini taştan çıkarıyor!” deyip, kargaya övgüler
diziyorduk!
Sonunda aslımıza dönmüştük!
Bir süre sonra karga bu
hayran bakışımızdan kuşkuya kapıldı ki cevizi kaptığı gibi Ihlamur Kasrı’nın
duvarına kondu. Kafamızı kaldırdığımızda ise gagasındaki cevizi ayaklarının
arasına almaya çalışıyordu! Ancak bir an için boş bulundu ki ceviz yuvarlanıp
ayaklarımızın dibine düştü! “Tokk!” sesi bizi kendimize getirdi, cevizi
kaptığımız gibi cebimize attık. Kargayla
göz göze gelmemek için de
arkamıza bile bakmadan yürümeye başladık. Birkaç adım sonra da yaptığımızın
anlamını çözmeye çalıştık ve kendimize hak verdik. Çünkü sonunda aslımıza
dönmüştük. Binlerce yıldır atalarımızın yaptığı gibi avlanmış; kendi yiyeceğimizi
kendimiz kazanmıştık! Ceviz yere düşer düşmez kapıp kaçmamız ondandı! Binlerce
yıldır süre gelen hayatta kalma içgüdüsü genlerimize öyle bir işlemişti ki! Yol
boyunca çocuklar gibi sevinçliydik. İkide bir ceviz yerinde duruyor mu diye
cebimizi yoklaya yoklaya eve geldik ki Babiş’e aydınlanmamızı anlatalım,
atalarımızın genlerini hala taşıdığımızı söyleyip gururlanalım. Kızımız bizi
pek keyifsiz karşıladı, gece iyi uyuyamamış, kâbuslar görmüş; sabahın altısında
kalkmış ki konuşmaya niyeti yok. Çarşıdan aldığımız börekleri yedi ama pek
beğenmedi, söylendi. Bir yandan da bizi dinledi, sonunda ağzından birkaç kelime
döküldü. “Yanlış yapmışsın! Kargalar çok kindardır, gözünü çıkarabilirdi! Yine
de o yoldan geçerken dikkatli ol!” dedi.
Kadayıf mı Künefe mi?
İnsanoğlunu memnun etmek
zordur, hele de çocuk olanlarını… Bizde bunlardan bir tane vardı ve son
zamanlarda ayda bir bazen de üç ayda bir, “Yine kaytarıyorsun, artık güzel
şeyler pişirmiyorsun!” der, bam telimize basardı. En yakınımızdan böyle
iğneleyici laflar duyunca canımız yanardı. Ancak bir yandan da hak vermiyor
değildik! Çocuk çocuklarına karşı, babasının mutfağını nasıl hatırlayacak, nasıl
böbürlenecekti? “Babam bir pirzola pişirirdi parmaklarını yerdin!” ya da
“Palamudu takoz kestirtirdi, ızgara yapardı!” mı diyecekti? Hadi belki çok çok
“Et suyu yapardı, içine patates, havuç, bir baş soğan yarım limon da koyardı ki
mercimek çorbası tadından içilmezdi; hele de kıtır ekmekleri doğrarsan…” deyip
babasını bir çorbayla mı hatırlayacaktı? Bu kadarı yetmez çocuklara, efsaneler
gereklidir. Dolayısıyla “hem lafların altında kalmayalım hem de tembellik
etmeyelim” diye yeni arayışlara girdik, tatlılara el attık! Önce çarşıdan iki
tane alüminyum künefe tepsisi, tel kadayıf ve dil peyniri aldık. Yolumuzun
üstündeki bir künefe ustasıyla da pişirme tekniği üzerine konuşup evin yolunu
tuttuk. Ne zaman ki kızımız künefe lafını duydu, önce ağzından “Allah!”
haykırışı çıktı sonra da “Yemez miyim, deli misin sen?” dedi. Durum böyle
olunca, künefeyi satacak müşteri de bulunca bize mutfağın yolu gözüktü. Önce
künefe tepsisinde tereyağını erittik. İki tatlı kaşığı üzüm pekmezi de koyduk
içine, sonra da kadayıfları tepsiye serip, bir kat peynir bir kat kadayıf
döşeyip, ocağın üstünde en kısık ateşte altını kızartmaya başladık. Bu arada
bir başka ocakta da toz şekerle şerbet hazırladık. Tabii ilk deneyim, acemilik
var, kadayıfın altı çabuk kızardı, ancak beceremediğimizden zorlukla öteki yüzünü
çevirdik, bir de onu kızarttık, tamam olunca da şerbeti döküp kızımıza sunduk!
Valla onun deyişi yalanımız yok dedi ki: “Gerçeğinden hiç farkı yok, hatta daha
da güzel!”
Ancak “pimpirikli” bir adam
olduğumuzdan bu lafı ucundan tutup, bir başka seferi bekledik ki, Babiş yeniden
“Yerim!” desin. Nitekim o laf birkaç gün sonra salondan geldi. Biz de yeni bir
künefe denemesine giriştik. Yine aynı sonucu aldık! Bu arada pekmezini biraz
fazla koyuyormuşuz, künefe ustası öyle dedi. Biz de pekmezi azaltıp pişirme yöntemimizi
değiştirip, teflon tavaya başvurduk. Gerçek kadayıf ustaları gibi bir o yanını
çevirdik kolaylıkla bir bu yanını; üstelik dil peyniri yerine tuzsuz gerçek
kadayıf peyniri kullandık! Babiş künefenin neredeyse tamamını yedi, biz tatlı
sevmediğimiz halde çatalla ucundan aldık ki hamur geldi, ses etmedik! Ardından
buzdolabının derin dondurucusunda bekleyen tel kadayıfların bir kez daha talep
edilmesini bekledik ki deneye yanıla ustalaşalım. “Kim bilir
belki künefe ustası bile
oluruz?” diye düşündük! Yalnız Babiş kadayıfa “künefe” diyordu, oysa biz
Urfalıların deyişiyle “Bildiğimiz kadayıf!” demekte ısrarlıydık. Gerçi adında
anlaşamamıştık ama hiç olmazsa mönümüze bir tat daha katmıştık.
“Hacı Bekir’den kaymaklı
lokum alsana!”
Söylemiştik hiç tatlı yemediğimizi
ve de yapmadığımızı; dolayısıyla
Babiş’le yaşarken çok fazla
tatlı yapmadık. Arada,
“Baba baklava alsana!” ya da
“Canım güllü lokum çekti, Hacı
Bekir’den alsana, kaymaklı
lokum da isterim!” derdi ve istekleri yerine getirilirdi.
“Baba canım sufle çekti!”
Bir gün işimiz gereği
çalıştığımız televizyon için yemek röportajları yaparken, bir aşçı ile
tanıştık. Bize uygulamalı çikolatalı sufle yaptı, dört kişi için malzemeleri
sıraladı
- 180 gram bitter çikolata,
58 gram tereyağı ile birlikte eritilir.
_230 gram toz şekere iki
yumurta kırılır, 40 gram un, yarım
su bardağı krema, bir
vanilya çubuğu içi bir tutam tuz, eriyen çikolata ile birlikte karıştırıcıda
karıştırılır.
- Dört eşit parçaya bölünür,
önceden ısıtılmış fırında tam 26 dakika pişirilir ve sprey krema ve espresso
tozu ile servis edilir.
Aşçı bunları söyledi,
dediğini de yaptı. Bize de tattırdı! Geldik evde sufleyi anlattık, konu
kapandı. Aradan günler geçti, ta ki bir akşama kadar. Baba kız birimiz kitap
okuyor bir divanda, birimiz bir başka divanda internetten dizi izliyordu ki
Babiş birden, “Baba sufle yapsana, canım çekti!” dedi.
“Sakın fırının kapağını
açma!”
Hoppala! Bizi aldı mı bir
telaş! Bir kere hayatımızda hiç bu tip “concon” tatlı yapmamıştık! Hadi yapmaya
niyetlendik diyelim, malzeme yoktu ki! Nerede bitter çikolata, nerede vanilya
çubuğu, nerede sprey krema? suflenin kara görüntüsü yüreğimize gelip oturdu,
çaresiz mutfağa yöneldik.
Dolaptan bir çorba kaşığı
tereyağı, birkaç parça çikolata alıp tavada erittik. Derin bir kaba bir yumurta
kırdık, bir çorba kaşığı toz şeker, bir çorba kaşığı un ve bir paket vanilya
tozu ile birlikte elde çırptık! İçeriye sufle yapılıyor haberini verdik ki
malzeme soruldu ve de “Akıllım kabartma tozu konulmadan nasıl kabartacaksın?”
sorusunu karşılık olarak aldık, şaşırdık.
“Doğru ya sufle nasıl
kabaracaktı? Ne ise evde yarım paket varmış karışıma döktük bir yandan da
fırını kötü kokulu yağlardan arındırıp temizledik 170 dereceye ayarladık. Bu
arada salondan “Sakın fırının kapağını açma, bak kabarmaz sonra...”
seslenişleri geldi. Bazen başka öğütlere de kulak verdik bazen de duymazdan
geldik! Ancak meraktan bir süre sonra fırının kapağını açıp bardağın durumunu
içeriye söyledik ve yeni bir talimat aldık! “Madem kapağı açtın o zaman bir
kürdan batır; keklerin pişip pişmediği öyle kontrol edilir!” denildi! Söz
dinleyip sufleye kürdan batırdık ve sonunda bardağı fırından tutacak yardımı
ile aldık ve görüntüyle az biraz umutlandık ama havaya da girmedik; öyle ya
kararı “yüksek” otorite verecekti! Hemencecik bir tepsi hazırladık, suflenin
yanına krema da koyup servis ettik. İlk kaşıkla notumuz verildi. “Bildiğimiz
sufle işte, eline sağlık Babiş!”
Gün hafta ay diyaloğumuz
şunlardı Beş fazla üç eksik aşağı yukarı şöyleydi:
“Dolapta hiçbi şey kalmamış!”
“Kuru fasulye sevmem!”
“Nohut sevmem!”
“Ben pilav yemem!”
“Karpuz sevvmiiiyorummm!”
“
“Haberim yok!”
“Yerler temiz!”
“Sivilcelerim bi türlü
geçmiyor!”
“Bu halde okula gitmem!”
“Giyecek hiçbir şeyim
yokkk!”
“Param yok!”
“Saat daha erken!”
“Saçımı tarıyorum ne varrr?”
“Banyodayımm!”
“Ders çalışıyorum!”
“Üstüm ince değil!”
“Sen beni artık
sevmiyorsun?”
“Sürekli ne arıyorsun?
Müsait misin deme, ara işte!”
“Ekmek koparılarak yenir!”
Eskiler “Ne oldum dememeli,
ne olacağım demeli,” der.
Bizimki de o hesap, nereden
nereye! Sözümüz “ekmek” üzerine… Derdimiz de şu ki biz ekmeklerden önce “yuha”
olanını tanıdık sevdik ki babaannenin evine o zamanlar ekmekçi kadınlar gelirdi
sabahın köründe. Birkaç kez hamur yoğurur, sacın üstünde yüzlerce, Urfalıların
“yuha ekmek” dedikleri buradaki yufka benzeri ekmeği pişirir, kurumaya
bırakılırdı. Ardından üst üste konulup kaldırılır, yemek öncesi evin hanımı
kızı ya da gelini tarafından yenileceği kadar sulanır; üstleri bir örtü ile
örtülür, birkaç dakika sonra yumuşayınca sofrada Allah ne verdiyse onlarla
tüketilirdi! Bir zaman sonra çarşıdaki taş fırınlardan yemeğine göre alınan
“dırnaklı” ya da “açık” ekmek moda oldu. Kadınlar bayram etti, eziyet devri
sona erdi. Hatta bir zaman sonra çarşı ekmeklerin arasına “somun ekmek” de
katıldı ramazanda sahurlar şenlendi! O günler çocuktuk, sonra büyüdük,
Yetmişlerin sonunda kendi başımıza
Urfa’dan İstanbul’a geldik!
Ancak burada her öğün bizim “somun ekmek” dediğimiz ekmeği yiyorlardı!
Kahvaltıda somun ekmek, öğlen somun ekmek, akşam somun ekmek! Bir de üstelik
dilimliyorlardı! Oysa bizde ekmek koparılarak yenir.
Cevizli mi, tava mı, yoksa
çöl ekmeği mi?
Aradan yıllar yıllar geçti.
İstanbul’da yeni yeni fırınlar açıldı yeni yeni ekmekler fırınların
tezgâhlarında boy gösterdi kimine çiçek, alman; kimine baton, kepekli,
“sağlıklı ekmek” denildi.
Gün geldi dünyada olduğu
gibi ülkemizde de her alanda makineleşme hızla yol aldı, ekmek makineleri her
yanda boy göstermeye başladı. Yeniden evlere dönüldü, herkes deliler gibi ekmek
yapmaya başladı. “Ekmekçi kızlar”ın “ekmekçi ablalar”ın şanı şöhreti aldı
yürüdü, ekmek blogları açıldı. Birbirinden farklı; cevizli mi dersiniz, çöl
ekmeği mi, tava mı, yoksa katkılı ekmek mi, insanın hangisini aklında
tutacağını şaşırtan tarifler verilmeye başlandı ve bir ekmek makinesi aldık;
aklımızca ‘’Artık biz de ekmeğimizi evde yapacak, fırıncıların güven vermeyen
ekmeklerinden kurtulacağız!” diye düşündük! Nitekim soluğu mutfakta aldık,
makineyi çalıştırdık bloglardan aldığımız tarife uyarak un ve su koyduk, maya
ekledik. Tabii ki sonuç yenilir gibi olmadı, ekmek kovasını çöpe devirdik!
Oysaki öyle olmazmış, önce pervaneyi çıkarmak gerekmiş! Makine birkaç ay
mutfağın bir köşesinde durdu. Bir gün yedek parçacılardan bir pervane aldık,
yeniden denedik; yine hüsran yine hüsran!
Böylelikle makineyle
ilişkimiz hepten koptu sevdamız küllendi; ekmek aşkımız bir başka bahara kaldı!
Hatta mutfağımızdan gelene geçene kendisini teklif ettik. Kibarca “A valla
alırım!” diyenler bir süre sonra verdikleri sözü unuttular, ekmek makinesi ile
baş başa kaldık! Mutfağımız dar, kafamızı çeviriyoruz göz göze geliyoruz,
gözümüzü kapatıyoruz iş yapamıyoruz! Aylarca sürdü bu azap, sonunda marketten 5
kg’lık bir torba un, paket paket kuru maya aldık ekmek yapmaya tekrar soyunduk!
“Ama kepekli sevmiyorum!”
Bir paket mayayı döktük teknenin dibine. Ölçüyle su, tuz,
şeker koyduk, en üste de unu doldurduk, çalıştırdık. Dön babam döndü pervane,
aldı hamuru bir aşağı bir yukarı dolaştırdı, durdu, tekrar çalıştı; dinlendi
hamur, kabardıkça kabardı. Baktık taşıyor, elimizle tıktık gerisin geriye, yine
kabardı yine tıktık, baktık olmuyor bir parça hamuru çekip kopardık. Sonunda
nasıl oldu bilmiyoruz, pişti! “Fena olmamış,” dedik yedik! Babiş’e de ikram
ettik. Kibar davrandı, “Eline sağlık!” dedi. Umutlandık, ekmek bir haftada
tüketildi. Yenisini yine aynı ölçülerle denedik! Yine aynı şeylerle
karşılaştık, hamurla boğuştuk pes etmedik! Ta ki “Acaba mayanın yarısını mı
koysak? ‘’Hımm, bak burada yazıyor salak; maya unun üstüne konulacakmış, suyu
da azaltabilirsin biraz…” diye diye fikir geliştirdik! Sonunda oldu, çabamız
sonuç verdi, 5 kg’lık unumuzla her hafta bir ekmek yaptık, dilimleyip
dilimleyip yedik. Her seferinde ekmeklerin ucundan Babiş de tattı. “Ama ben
kepekli ekmek seviyorum!” dedi, son noktayı koydu! Hadi bu kez kepekli ekmek
pişirmeye girişip, istediği ekmeği pişirdik. “Babiş kaç dilim yedi?” derseniz
valla saymadık, kepekli ekmek olduğu gibi durduğuna göre saymaya ne gerek vardı
ki?
14 bin 600 kap yemek!
Ancak bir gün merak edip;'' 20 yılda kaç kap yemek yapmışız ?'' hesabı yaptık
ki günde iki kap yemekten 14 bin 600 kap yemek! İnanamadık bir daha hesap
yaptık valla rakam doğruydu!
Kızımızla sadece sıradan günlerde yiyip içmedik. Bir başımıza olduğumuzdan,
bazı “özel” günleri baba-kız olarak kutladık!
Bir yıl sonbahar geçti, kış
gelip çattı ve yılbaşı akşamı yaklaştı. Bizi kimse evine çağırmadığından,
“Acaba başkaları yeni yıla nasıl giriyor?” merakımız da olmadığından kendi
konuğumuzu nasıl ağırlarız telaşına düştük. Bir kere konuk güzel ve de ağır
olunca, yenilen içilen de bir başka güzel, bir başka ağır olmalıydı. Yoksa kötü
başlayan yıl, bütün günleri, haftaları, aylarıyla öyle giderdi ki böyle bir
riski göze alamazdık; gerçi mutfakta tam da istediğimiz gibi bir hüner
gösteremedik, kafamızda dönüp duran tilkileri yakalayıp pişiremedik; şartlar ve
biraz da geç kalmış olmak, elimizi kolumuzu bağladı. Aslında niyetimiz
portakallı bıldırcın pişirmekti ama biri aklımıza portakallı ördeği soktu!
“Akıl akıldan üstündür,” dedik ve kalkıp Beyoğlu Balık Pazarına gittik. Ancak
daha akılılar ne ördek bırakmıştı ne de kalan bıldırcınların, bıldırcın hali
vardı! Aldı mı bizi bir korku; “Ya kestaneli hindiye kalırsak?” Hayır, hindiyi
güzel pişiririz de konuk ‘sıradan’ bulursa ne halt ederiz?” diye düşünüyorduk.
Korkumuz oydu, telaşla “Füme somon sever elimizin altında bulunsun,” deyip
somona yöneldik. “Ama palamut füme de hiç bilmediği bir tat,” fikri daha cazip
geldi ona sarıldık! Peynir tabağı için bayılacağı Ezine beyaz, kaşar ve otlu
peynir aldık; uzun zamandır “Paçanga, paçanga!” diye sayıkladığından pastırma
kestirip, yanına taze kaşar eklettik, yufkaları ikilettik. Ancak “ana yemek”
olarak sonunda hindi budunda karar kıldık. Tatlı olarak da kaymaklı dondurma
aldık ki kimse karşı koyamaz! Eve gelip, alelacele mutfağa girip, aldıklarımızı
yerleştirdik ki daha sofraya oturmaya epeyce vardı. Aksilik bu ya, biz
mutfaktayken konuğun erken geleceği tuttu, başladı ayakaltında dolaşmaya ve
sorular sormaya: Ne pişiriyormuşum, neler yiyecekmiş, şu niye yokmuş, bu
olsaymış daha iyi olmaz mıymış, patlıcan salatası var mıymış, içine süt
koyuyormuşum değil mi?” Bu sorularına sabırla yanıt verdik, bir
yandan da işimizi yaptık; masa hazırlayıp çatal bıçak, bardak çanak
yerleştirdik, peçete büktük. Peynir tabağı, füme palamut, paçanga böreği,
patlıcan salatasıyla sofrayı süsledik. Tek eksiği almayı unutmuşuz: Çiçek!
“Farkına varmaz, daha genç…” diyerek rahatlamaya çalıştık!
“Şarap kavımızda ne var ne
yok?”
Sıra geldi hindi buduna.
Tabii bütün bunlar hazırlanıp, pişirilirken bir yandan yeni talimatlar
alıyorduk. “Hindiyi haşlayıp, suyuna da şehriye döksene, salçalı!” Kızımızın
dediği yerine getirildi tabii… Önce hindi but haşlandı, onra suyundan
ayrıldı; tereyağı, salça, tuz ve kakuleye bulandı, yanına patates, kestane
eklenip kâğıtla sarılıp sarmalanıp, fırına sürüldü! Biz bütün bunları yaparken,
yani masayı kurarken, patlıcan salatasına mayonez eklerken, peynir tabağını
hazırlarken, hindiyi fırına verip suyuna arpa şehriye dökerken, kızımız yılbaşı
masasına ancak kendini hazırlayabildi! Bu arada şarap kavımızda ne var ne yok
elden geçirdik! Neyse ki üzerinde 98 yazan bir İspanyol şarabı vardı da o sorun
öylece çözüldü!
“Muhteşem bir akşamdı!”
Lafı uzatmayalım, bütün bir
yılbaşı akşamı, Babiş pek bir memnun kaldı yediklerinden. Şarabı şahane buldu.
Füme palamuda bayıldı, patlıcan salatasına “Yine kendini aşmışsın!” deyip
iltifat etti ama içine süt değil de aşçı üçkâğıdı olan mayonez konulduğunu
öğrenince renk vermedi. Paçangadaki pastırmanın çemenli oluşunu amatör, hindiyi
pek bir lokum buldu, yumuşacıkmış! Bu arada fondaki müziği önce İtalyan
ezgileriyle başlattık sonra caza geçtik; tam Zeki Müren’de karar kılacaktık ki
konuğun
kendi müzik çalarından
seçtiği Elvisler ve televizyondaki Madonna konseri geceye damga vurdu. Biz de
bir ara fırsat bulup onun da pek beğendiği, “Bunlar kadınsa biz neyiz?” dediği
Victoria Secret defilesindeki mankenleri izledik! Gecenin sonunda kızımız
odasına çekilmeye hazırlanırken, “Babiş muhteşem bir akşamdı, nice yılbaşlarına
bu keyif ve mutlulukla gireriz inşallah, teşekkür ederim!” dedi, gönlümüzü alıp
onurlandırdı.
“Çilingir sofrası nedir?”
Babiş’e sorduk biliyormuş;
siz de biliyorsunuzdur, dolayısıyla
bu yazıyı bilmeyenler için
yazdık. Zaten biz de bir zamanlar bu
“bilmeyenlerin” içindeydik.
“Hadi bir çilingir sofrası kuralım,” denilince rakı sofrasını
hatırlayanlardandık. Ancak insan okuyunca, her şeyin doğrusunu öğreniyor. Reşat
Ekrem Koçu’nun “Eski İstanbul Meyhaneleri” kitabında rastladık ki çilingir
sofrası bizim bildiğimiz rakı sofrası değilmiş! Peki, neymiş çilingir sofrası?
Efendim, hırsız ya da
hırsızlar bir eve girdiklerinde bir yandan işlerini yapar, bir yandan da
mutfakta ne varsa ortaya döker, rakı da bulurlarsa bir de tek atar acele acele
atıştırıp çıkar giderlermiş. İşte bu ortaya dökülen ne var ne yok ve
rakıdan oluşan sofraya da “çilingir sofrası” denirmiş. Hırsız ve çilingir
ikilisi hoş değil mi? Bu arada, niye hırsız sofrası değil de çilingir sofrası
demişler? Onu yazmıyor Reşat Ekrem Koçu. “Her halde çilingir lafı, açmaktan,
çıkarmaktan gelse gerek,” diyoruz. Yılbaşı akşamının ertesinde biz de kendimize
bir “çilingir sofrası” kurduk. Mutfakta ne varsa masanın üstüne yığdık: Palamut
ızgara, midye dolma, turşu, süzme yoğurt, salatalık, acı kırmızıbiber, arpacık
soğan, turp, Antep peyniri, çevirme zeytin, kavurma, pide ve de bir duble rakı.
Buna çilingir sofrası denmez tabii! “Tam donanımlı rakı sofrası” demek daha
doğru sanki? Ne ise oturduk sofraya, kızımız böyle bir ziyafeti
kaçırmayacağından, hemen gelip geçti karşımıza!
Bir yandan rakımızı
yudumladık, bir yandan da bir ondan bir bundan çimlendik. Arada da bir bardak
beyaz şarap içen Babiş’e ”Hele anlat şu çilingir sofrasını,” dedik. Bildiği,
bizim eski bildiğimizmiş! Böylelikle anladık ki “Sen babandan ileri, çocuğundan
geri olacaksın,” lafı, her baba için geçerli değilmiş!
“Bayram istiyorsan bayramlık
ağzın olacak!”
“Yılbaşı” “bayram” denilen,
bizim için anlamı olmayan, “özel günlerde” herkes gibi bizi de bir telaş alır,
nedendir bilmeyiz! Böyle günlerin önceden haberi gelir hatta bir gün önceden “Bugün
arife,” diye de iyice tembihlenir, hazırlık yapasın diye… İyi de gelen giden
olsa tamam. Aile olsan, şeker alırsın; çikolata, yanlarına da belki Hacı
Bekir’den badem ezmesi, akide;
‘’İnşallah bozulmamıştır?’’
diye ev yapımı likörün tadına bakarsın; en azından geçmişten gelen bir bayram
yemeğin vardır. Etini alırsın, pirincini ayıklarsın; belki yuvalama yaparsın,
belki üzlemeli pilav ya da keşkek. Ama yoktur ki kimselerin! Bir tek Babiş
vardır yakın bildiğin o da kim bilir nerededir? Sen de başlarsın onu telefonla
hırpalamaya, duygularını didiklemeye. “Kızım bana gelsene,” dersin. Der ki,
“Yok bugün gelemem!” Korkuya kapılırsın, “Peki bayramda gelmeyecek misin?”
Dersin, der ki: “Önce
anneanneme gidecem!” Son bir umutla yine dersin ki: “Önce babalara gelinmez mi
kızım?” O da sana der ki; ‘’Sen bayramı kutlar mısın ki?” Haklıydı Babiş!
Bayram istiyorsan önce bayramlık ağzın olacak!
Tarçınlı Kurban Kavurması
Bir kurban bayramında
Babiş’e tarçınlı kavurma yaptık. Tarçın bir ara hem mutfağımızın gözdesi
olmuştu. Her yemeğe tarçın katıyorduk! Hele ki kuru fasuüyeye; ancak kızımız
fasulye sevmediğinde kendi yaptığımıza yemeklere ekler olmuştuk! Kurbanbayramında
kavurma pişirmek neredeyse farz olduğundan o bayramda da kavurma
yapıyorduk ki tarçın aklımıza geldi ve mutfağımızda uzun süredir sürdürdüğümüz
ar-ge çalışmalarına tarçınlı kavurmayı da kattık! Eğer bir bayram yapmaya
niyetlenirseniz ve de tarçın seviyorsanız işte size tarifi;
_Dana etini az biraz yağlı
alın.
- Önce suda bekletin, kanı
akıp gitsin.
- Sonra etin suyunu süzün,
tencerenin altını yakın.
- Bırakın etler suyunu
salsın, sonra da çeksin ve tarçını ekleyin.
- Önce harlı ateşte, sonra
en az bir saat, kısık ateşte pişirin.
- Tel tel olmaya başladığında
da (tahta kaşıkta ezerek; biz
öyle seviyorduk) tuz
ekleyin. Afiyet olsun.
“Parmakların gibi olmasın…”
Yılın eskisi bitmişti.
Yenisi de eskinin kalktığı yere gelip oturmuş, biz yine asli işimiz olan
mutfağa dönmüştük. Şikâyetimiz yoktu; ancak hemen günü çekilmek istendiğimiz
sınav biraz canımızı sıktı! Babiş bir ricada bulunup “Canım çok zeytinyağlı
dolma çekiyor. Yalnız öyle parmakların kalınlığında sarmak yok, ipince olursa
kabulüm!” dedi. Şimdi bütün bir yıl boyunca iyi kötü günlerle koca yılı
birlikte geçirmişiz. Düşündük ki: “Hadi bir tatsızlık olmasın sen de dolmaları
eline bakmadan sar!”
“Keşke yapraklar diri
kalmasaydı!”
Etli yaprak dolmasını
biliriz. Hem bulgurlusunu hem de pirinçlisini; O konuda kendimize güvenimiz
tamdı ama gelin görün ki zeytinyağlısından yana pek şansımız yoktu. Kırk yılda
bir denemişliğimiz vardı. Bir keresinde yaptığımız etli biber dolması internete
kadar düşmüştü, kızlardan ne övgüler almıştık! Ne ise güvendiğimiz bir blogdan
tarif aldık, başladık yaprakları sarmaya… Kızımız daha servisteyken rapor
istedi. Dedik ki:
“Zeytinyağlı yaprak sarması
tadım için seni bekliyor!” Havalara uçtu. Tez vakitte de geldi. Bu arada
‘’Hizmette kusur etmeyelim’’ diye sarmaları dolapta soğumaya bırakmıştık.
Babiş’e öyle servis ettik. Sarmalarımızı pek beğendi. İnceliklerine,
zarafetlerine hayran kaldı. “Keşke az biraz yapraklar diri kalmasalardı,” diye
de not kırdı.
Sabrımız domatesi şakşuka
Yaptı
Eğer ana babaysanız
sabredeceksiniz. Sabırla, koruk üzüm olurmuş, nitekim oldu da… Çocukluğumuzda,
domatesi üstüne tuz ekip meyve niyetine çok yemişliğimiz vardı; yetişkin olduk,
bu kez sebze niyetine her fırsatta ya bir yemeğe koyduk ya söğüş yaptık ya çok
bulduk derin donduruculara kaldırıp kış kıyamette tükettik. Dolayısıyla, sevgi
bu kadar büyük olunca, insan yanındakilere yöresindekilere de bu sevgiyi
aşılamak istiyor. Bu aşılama işini çok kez değişik biçimlerde denedik, mutfağı
birkaç gün boyunca “gerçek” domateslerle doldurduk, her taraf domates koktu.
“Ay babaa mutfak iğrenç kokuyor” fırçaları da yedik ama olsun, domates
sevgisinden, bu sevgiyi aşılamaktan hiç vazgeçmedik! Bir yıl taktik değiştirip
bahçe/balkonumuzu domates fideleri ile doldurduk. Çeridir, Çanakkale’dir,
sırıktır; ne bulduksa Mısır Çarşısı’ndan aldık. Eve getirip saksılara diktik,
biraz boy verdiler; sırıklara bağladık, güneşe karşı dizdik ki kızarsınlar,
güzelleşsinler, albenileri olsun, sevilsinler!
Bir gün Babiş bahçe balkona
çıktı. Limon ağacının tek limonuna sevgi gösterilerinde bulunurken, birden “Aaa
domateslere bak! Babaaa kocaman
olmuş bunlar!” dedi.
Babiş’te sevgi tohumları yeşerdi sanki ama yine de belli olmaz, hele domatesler
bir kızarsın (ki kızarmış çerilere el sürülmemişti) belki yemez ama bakarsın o
yapmakla çok övündüğü zeytinyağlı fasulyenin içine koyar!” diye düşündük. Ancak
zeytinyağlı için market domatesleri tercih edildi.
“Hiçbiri yeterince
kızartılmamış!”
Bir gün kızımız hiç hesapta
yokken, “Baba bana şakşuka yapsana!” dedi bizi dumura uğrattı. Çünkü şakşukanın
içinde domates vardır. Hemen dedik ki “Kızım şakşuka mezedir, içinde de domates
ve patlıcan vardır, sen ikisini de yemezsin?” Hayır yerim’’ dedi ve kabak
kızartılarak şakşuka hazırlandı. Soğusun diye bir kenarda bırakıldı, ardından
da dolaba kaldırıldı ki hanımefendi geldiğinde soğuk soğuk yesin. Nitekim öyle
de oldu. Hemen mönü sunuldu: Kremalı mantar çorbası, şakşuka, baklaya ve pazıya
yatırılmış zeytinyağlı enginar ve biralı ev yapımı ekmek...
Mönü kabul gördü. Önce
çorba, kızartılmış ekmekle servis edildi. “Aferin…” ve “Eline sağlık!”
iltifatları alındı, ardından enginar sunuldu ve iltifat gördü. Sıra şakşukaya
geldi ki ardı ardına yüzümüzde eleştiriler patladı. “İçinde yeterince patlıcan
yok, patates ve kabak doğramışsın, onları nerede gördün de akıl ettin? Hiçbiri
de yeterince kızarmamış!” Haliyle suratımız allak bullak oldu. Üçüncü sınıf
lokanta aşçısının yüzüne döndü ama renk vermedik, pişkinliğe vurup yeterince
kızartılmadıklarına da hak verdik. Çünkü biz az diri severiz patlıcanı, biberi;
sandık ki bizim sevdiklerimizi, başkaları da sever?
Yanılmışız! Yiyecek namına reddedilenler listesi o kadar uzundu ki!
Ancak dedik ya, ana babaysan, hele ki bizim gibi sadece babaysan işin zordur!
Zor ama sabır da zorluğun en büyük düşmandır. Ev arkadaşımız (büyüyünce kendini
böyle konumlandırdı), ilk tanıştığımız günden bu yana yukarıda saydıklarımız ve
daha niceleri konusunda ayak diretiyordu. Arada sırada da arıza çıkarıyordu.
“Çıkarsın!” diyorduk. ‘’Nasıl olsa bizim de günümüz gelecek.’’ Nitekim geldi
de… Biz sadece evde yemek yemiyorduk. Arada sırada dışarıya yemeğe çıkıyorduk.
Çıktıkça da ilişkimiz esnekleşiyor, hatta hatta yavaş yavaş yememler ağzıma
bile sürmemler, yerini utana sıkıla yerimlere bırakıyordu.
“Artık buralıyık!”
Bir akşam iş dönüşü Babiş’le
iskelede buluştuk. Karnımız aç. Kadıköy çarşısı ise bir yemek cennetidir. Çeşit
çeşit köfte var, kebap lahmacun var, esnaf lokantası var; istersen sokak ortası
balık, yanında da türlü türlü mezeler var! Yeter ki canının ne çektiğine karar
ver… O akşam bizim kafamızda bir başka yer vardı ki ciğer kebabı ve çöp şişi
ile epeyce ünlüydü. Önce bir yoklama yaptık.
“Babiş ne yemek istersin?”
“Fark etmez ama sabahtan
beri bir şey yemedim, karnım çok aç!”
Yani bu demektir ki
inisiyatif bize geçti. Ama risk bulutları ile yüklü! Gözümüzü karartıp risk
aldık; “Gel seni bir yere götüreyim, ciğer kebabı yeriz!” dedik. Bu arada yeri
gelmişken belirtelim ki ciğer direnişi kırılmış, Arnavut olanı birkaç kere
yenilmişti. Onun için gönül rahatlığıyla önerimizi yaptık ama temkini de elden
bırakmadık. Çünkü Babiş’in sağı solu belli olmazdı! Hayat her zaman
bilinmezlerle doludur! Siz siz olun yayılıp gevşemeyin! Kızımız ciğere itiraz
etmedi. Vardık ciğerciye, üst kata çıkıp pencere kenarına kurulduk. Garson
geldi ki ne yemek isteriz?
“Ciğer mi yoksa çöp şiş mi?”
Bakıştık arkadaşla ve kararı biz verdik. “Bir buçuk şiş, yarım ciğer!” Önce
atıştırmalıklar geldi, acı bir bostana! Arkadaş yemez ama biz yeriz! Sonra
pişmiş biber ve domates geldi. Onları da arkadaş yemez, biz yeriz! Sonra sonra
iki çeşit soğan biri kıyılmış, kuru biberle terbiye edilmiş, diğeri pişirilmiş
ki lokum! Onu da yemezdi kızımız
ama biz bayılırız! Biraz
sonra lavaş, ayran, şalgam ve şişlerin ucu göründü. Kızımız lavaşa şiş çekmeyi
bilmediğinden o işi biz üstlendik. Aslında basittir uygulaması. Lavaşı
avucunuza yayarsınız birkaç şişi de ortasına koyup çekersiniz, gerisi keyfinize
kalmıştır. İster kıyılmış soğan koy, ister pişirilmişini ya da bizim gibi
közlenmiş biberleri yay üstlerine, tuz gezdir. Bu yeme biçimi bizimkiydi.
Babiş’e de lavaş üstüne ya birkaç çöp şiş ya da ciğer çekip verdik. Ancak
ısrarla dürümlere soğan koymamız istendi! Kıs kıs gülüp istediğini yaptık. Bir
dürüm yetmedi bir daha verdik, yeni yeniden verdik.
“Kızım açlığın geçti mi?”
“Hayır!”
“Ne söyleyelim?”
“Hem çöp hem ciğer! Bu çöp
şiştekiler kuzu eti değil mi?
Evde yapıyordun ama
buradakiler daha güzel!”
“Burada kömürde pişiriyorlar
da ondan.”
Kuzu eti seven kızımıza
ciğer de sevdirmiştik. Ancak sevmenin de bir sınırı vardır. Babiş’in koluna
girdik, çeke çeke kebapçıdan çıkarmaya çalışırken “Bu ne la? Artık buralıyık!”
dedi!
“Unutmamışsın, şimdi
ağlayabilirim!”
Kızımız arada sırada
sevdiklerine giderdi. Bir gün yine gitti, hemencecik de geri geldi! Çünkü bizde
“rahat” ediyormuş! Tabii rahat edecek. Onu rahat ettirebilmek için elinden
gelen her şeyi yapan bir babası vardı! İşte böyle bir günün ardından eve geldi.
Yine istediği saatte uyudu, istediği saatte kalktı, kalkar kalkmaz da bizi
aradı ki sabah beşte kalkmış işe gitmişiz. Sabah kuşağında yayımlanan bir TV
programının editörlüğünü yapmış, işimizi bitirmiş, geri dönüyoruz, vapurdayız.
Telefon çaldı;
“Babiş neredesin?”
“Denizin ortasında!”
“Denizin ortasında mı? Ne
işin var denizin ortasında, balığa
mı çıktın?”
“Evett, sazan akını varmış!”
“Hıımm…”
Belli ki uykudan yeni
kalkmış üstelikte karnı aç! Baba denizde ve de kızının karnı açsa, en iyisi
martılardan simit çalmaktır! Ancak hırsız bir baba çocuğu için iyi bir örnek
değildir. En iyisi çare üretmektir ve bu konuda da üstümüze yoktur! Öyle yaptık
ne yemek istediğini sorduk. Yine bize yapılacak en büyük kötülüğü yaptı çaresiz
bıraktı, “Kafana göre takıl!” dedi! Huyumuz kurusun! Biz kafamıza göre
takılırsak, o kadar çok fikir üretiriz ki “Öğlen saati patlıcan ezme olur,
midye dolma da ama börek en iyisi; kıymalı olmaz, su böreği sever ya da bu kez
sürpriz yapıp Beyaz Fırından bir şeyler alalım?” der sonunda kendi
seçeneklerimizin içinden kendimiz çıkamaz, kayboluruz! Ancak bu kez
gözümüzü karartıp ilk aklımıza gelen seçeneğe, ünlü bir pastaneye yöneldik!
Lakin bu kez de başka bir seçenek bolluğuyla karşılaştık, ne alacağımıza hepten
karar veremedik! Neyi pişirmişlerse tezgaha sürmüşlerdi; kıymalı, peynirli
patatesli, zeytinli poğaçalar; sandviçler, kekler, pastalar, börekler türlü
çeşit… “Ya şundadır ya bunda” yaptık. Poğaçalarda karar kıldık. “Şundan,
şundan, bir de şundan istiyoruz. Ha bir de şundan, vişneli olanlardan
istiyoruz,” dedik! İstediklerimizi alıp yönümüzü eve çevirdik. Öğlen mahmuru
bir kız kapının arkasında, iş yorgunu bir baba kapının önünde karşılaştılar,
eve girildi! Baba elindekilerini kızına verdi. Bir “günaydın” öpücüğü aldı,
kucaklaştılar! Mutfağa geçtik ki kahvaltı sofrası hazırlanmış, çay bile
demlenmiş! Şaşırdık ama asıl şaşkınlığı, Babiş elimizdeki paketleri alıp da
içindekilere bakınca yaşadı. “Ay sen benim ne sevdiğimi biliyorsun! Vişneli
muffin! Unutmamışsın! Duygulandım şimdi! Ağlayabilirim!”Çocukl ar sanırlar ki
babaları çocuklarının “vişneli muffin” sevdiğini unutur! Oysa ki olsa olsa
ismini akıllarında tutamazlar!
Tavuk Beyti Yaptık!
Evimize neredeyse hiç tavuk
girmezdi, çünkü sağlıklı olduklarına inanmazdık. Arada bir aklımıza estiğinde,
birkaç parça ya da bir bütün “tavuk” alır, çorba yapar, çok çok kırk yılda bir
fırında pişirirdik.
Tavuk uysal hayvandır,
çalışkandır. Kafasını kaldırmadan bütün gün işini yapar, iki dönüm araziyi
silip süpürür; ne kene bırakır, ne bit pire, ne de solucan; arada horozun
horozlanmasını bile görmezden gelir, sadece yumurtlarken söylenir şimdilerde
onu da ne duyan var, ne gören!
Bir de “tavukçuklar” var ki
gün yüzü görmemiş ne kene bilir, ne bit pire, ne arpa yemiştir, ne buğday.
Horozu bile tanımamıştır.
İşte onları marketlerde
gördüğümüzde, görmezden gelirdik. Bir gün İstanbul Beyoğlu’nda ilk kez tavuk
beyti yapan ve müşterilerine nefis bir tat sunan kebapçı geldi aklımıza ve evde
tavuk beyti yapmaya karar verdik. İki parça tavuk göğüs aldık, kıyma olana
kadar doğradık; pul biber, tuz ekledik. Ardından da enli tahta şişlerimize
nakışladık! Urfa, Adana beyti gibi kebapların şişe geçirilip şekil verilmesine
“nakış” denir ve kebaba atılan nakıştan hangi ustanın olduğu anlaşılır! Bizim
beytimize gelirsek, kızımız babasının nakışını tanımış olmalı ki beş şiş yedi!
“Nasıl olmuş ihtiyar?”
Bir gün Kadıköy çarşıda
“serbest gezinen tavuk” olduğu iddia edilen bütün bir tavuğu, yüklü bir para
ödeyerek satın aldık. Eve geldiğimize Babiş’e gerçek tavuğu anlattık, dinledi
ve dedi ki: “Babiş bunu ben pişireceğim!” Hevesini kırmadık! Epeyce bir süre
mutfakta tavukla uğraştı, didindi ve ortaya bir tavuk yemeği çıkardı. Bize de
sadece masayı kurmak kaldı. Bir günlük de olsa rahat ettik, yan gelip yattık
tavuk pişene kadar! Masaya oturduk, serbest gezinen tavuğu yedik. Artık boynuz
kulağı geçmişti! Tabii biraz sonra bizim merakımız gibi Babiş de merak edip,
“Nasıl olmuş ihtiyar?” dedi, suratımıza gözlerini dikip yorumumuzu bekledi! “Valla
ne yalan söyleyeyim, yediğim son tavuğun lezzetini hatırlamıyorum ama etinin
sertliği aynen bunun gibiydi!” dedik, der demez de masanın en kötü kişisi
olduk! Zaten bizden başka da kimseler
yoktu ki fikirlerini söylesin, onlar da kötü kişi olsun. Elde kaldık yani!
Suçlu kişi ele geçirilince ne yapılır? Sorgulanır ve kendini savunur değil mi?
Biz de bir suçlu gibi kendimizi uzun uzadıya savunup, gerçek tavuğun çok zor
piştiğini, bunun kanıtının paçaları olduğunu, nasıl da sadece kemik
kaldıklarını, etinin biraz sert ve lif lif olduğunu, renginin az biraz esmer
olduğunu ama yenmesinin, hele suyundan içilmesinin büyük keyif olduğunu
anlatıp, Babiş’i zar zor ikna edip, elinden kurtulduk! Ancak yaşlanıyorduk.
Kzımız bedenimizde yorgunluk gözlüyordu ya da yedirip içirdiklerimizin pek
kıymet-i harbiyesi kalmadı ki, “Bundan sonra pazarları yemeği ben yapayım,”
dedi. Elinde de bir kitap, içinden pişirilecek olanı bile seçmiş: Biberiyeli
tavuk! Babiş’i yemek pişirmekte hiç bu kadar hevesli görmemiştik. İç sesimiz
diyordu ki: “Ulan dün bir, bugün iki. He desen, ne yiyeceğin belli değil; yok olmaz
desen, kızın hevesini kırarsın ki olacak şey değil! Çaresiz, “Olur kızım,”
deyince malzeme tespitine geçti ki çoğu ki evde çoğu yok! Ama olsun, insan bir
şeye heveslenince hele de yakınlarından yeterli desteği görürse yapamayacağı
şey yoktur. Markete bile gidilir, nedir ki şunun şurasında, iki adım arası!
Babiş malzemeleri aldı geldi. Poşette Tavuk var hazır küp küp doğranmış domates
konserve, közlenmiş ve soyulmuş konserve kırmızıbiber var! Yalnız biberiye
yokmuş. “Nasıl olmaz koca markette anlamıyorum?” diye bize sorup, evde
bulundurmamamızı kabahatimiz saydı! Bunun bir bedeli vardı tabii. “Çarşıya
gidersin!” dedi. “Sen de gelirsen…” diye pazarlık yaptık. Kabul gördü, çarşıya
gidildi. Niyetimiz oydu ki bu küçük akşam gezisiyle Babiş’e, yaşadığı “köy”ün
en önemli çarşısını gezdirip “Ne nereden alınır, nasıl alınır?” dersi vermekti.
Babiş tembel öğrenciler gibi dersi göz ucuyla izleyip yarım dinledi. Sonunda
iyi bir aktar bulundu. Biberiye, evde kalmamış diye
köri ve kimyon alındı;
alınmışken aktara saçlar için hintyağı da hatırlatıldı ki evdeki bademyağı ile
karıştırılıp saçlara sürülsün!
Eve döndüğümüzde acıkma
vakti gelmişti. Babiş hemen mutfağa yöneldi. Bir kuru soğan doğradı, iki diş
sarımsak ekledi, bir havuç soyup kabaca dilimledi. Sonra da zeytinyağı,
kırmızıbiber, karabiber, biberiye ve tuzu tavuk etiyle buluşturdu ve biberiyeli
tavuğu yediğimizde, bundan sonra zaman zaman yemek yapmasına izin verme kararı
aldığımızı söyledik Havalara uçtu!
Yayın yasağı var!
Çocuk önüne ne konsa yemez
değil mi? Ya da çocukların çoğu böyle yapar! Peki, ana baba ne yapar? Onlar
yesin diye saçını süpürge yapar, yesin diye gözünün içine bakar. Peki, tersi
olunca ne olur? Yani çocuk pişirdi, baba yemek zorunda diyelim, peki o zaman
kim mızmızlanabilir? İşte bir gün başımıza bu geldi! Kızımız artık yemek
yapıyordu. Bunu yedi cihana duyurmuştuk. Ne Amerikalar kaldı ne Avrupalar ne de
Arap Yarımadası… Herkes duydu! Yalnız pişen yemeklerin fotoğraflarını
çekemiyorduk, yayın yasağı vardı. Çünkü görüntülerinden kuşku duyuluyordu.
Fotoğraflar kötü çekilirse, yemeğin de kötü olduğu düşünülürmüş! Bir akşam için
ayıptır söylemesi pirzola yemeye karar verildi, bu da bize söylendi; “Vapura
binmeden haber ver!” diye de tembihte bulunuldu ancak unuttuk ve fırçayı yedik.
Ne yapalım biz de çocuklaşmış olmalıyız ki sorumluluk sıfırlardaydı. Neyse ki
vapurdan inerken yakaladı; “Aaaa hani haber verecektin!” dedi.
Korka korka eve girdik ki
yemek daha yeni ocağa konulmuş! Oyalandık, arada canımız sıkıldı, sahanın
kapağını açmaya yeltendik; “Karıştırma!” fırçasını yedik, çaresiz bekledik.
Sonunda yemek pişti, sofraya oturduk, servis yapıldı. Başlarken, “Eline
sağlık!” dedik, sofradan kalkarken tekrarladık. “Eline sağlık!” dedik, saygıda
kusur etmedik. Ancak hiçbir zaman da “Biz pirzolayı ya ızgarada ya da fırında
severiz, üstüne de dilimlenmiş domates, biber olursa bayılırız!” diyemedik.
Sahanda pirzolayı
afiyetle yedik.
Gördüğümüz, yediğimiz
kadarıyla sahanda pirzola şöyle pişirilmişti:
- Birkaç kalem pirzola,
birkaç parça patates, birkaç çimdik
kekik ve az su…
- Pirzolaları yayvan kapaklı
bir tencereye dizin, üstüne
kabuğunu soyup
dilimlediğiniz patatesleri dörde bölün
kenarlara yerleştirin; kekik
serpin üstlerine, birkaç
çimdik tuz da gezdirin su
koyun doğru ateşe, yağ yok!
- Pişene kadar tutun ocakta,
arada patateslere çatal batırın. (öyle yapıyordu ) haberiniz olsun pirzolalar
daha kolay pişiyor.
- Servis yaparken mutlaka
suyundan ekleyin. Ekmek banıp yersiniz ki nefis!
“Rus ruleti oynadık!”
Ne zaman ki “Babiş’e
Yemekler” blog dünyasında yayımlanmaya başlandı sevgili kızımızla aramızdaki
kavga da her geçen gün alevlenerek büyüdü!
Kavganın bir tek nedeni
vardı o da Babiş’in, “Sen beni rezil ediyorsun!” kaygısıydı; ona göre
yazdığımız üç beş yazıdan en azından biri, onu başka türlü anlatıyor,
dolayısıyla blog kamuoyu önünde rezil olmasına neden oluyormuşuz! Ancak gelin
görün ki her üç beş yazıdan biri de “Güzel yazmışsın! Ayy çok güldüm!” diye
övgüler alıyordu. Buna anlam veremiyorduk! Hal böyle olunca her yazımızla
okuyucu uğruna “Rus ruleti” oynamış oluyorduk! Nitekim Babiş bir gün
dayanamayıp patladı: “Hadi bunu da yazsana, kendini de yazsana! Ne güzel
alışverişler yaptığını
anlatsana!” dedi. “İntikam”
soğuk yenen bir yemek olduğundan Babiş yemeğin tadını çıkarıyordu! Aslında
kızımız haklıydı, babası akıllara ziyan işler yapıyordu ve azmadan olmazdı.
Efendim evlerden ırak olsun,
sizlerin yanından bile geçmesin; o günlerde üstümüze öyle bir hal gelmişti ki
ne yapsak ne etsek bu illetten bir türlü kurtulamıyorduk! Adı “beceriksizlik!” Yoğunlaştığı,
en çok kendini gösterdiği alan da alışverişti! Hiç fark etmiyordu. Pantolon da
alsak, peynir-ekmek de alsak durum hep aynıydı. Pantolonun ya bedeni yanlış
alınmıştır, beli, daralttırmak boyu kısaltılmak için birkaç kez terziye gider;
ya da peynir fazla alınmıştır ye ye bitmez, ekmek de zaten evde çokça vardır!
Babiş’in “Yazsana!” dediği “mini bir skandal” olan mini fırın alışverişiydi.
Mutfağımız küçüktü, dolayısıyla mutfakta olan araç gereçler de küçük olmak
zorundaydı. Fırınımız da bunlardan biri idi. Zaten büyüğüne ne gerek vardı ki?
Yediğimiz içtiğimiz neydi ki? Toplasan toplasan ya birkaç tavuk parçasını Babiş
marine eder, fırına patatesle birlikte atardı ya da adam başı birer levreği
tereyağı, kuru domatesle yağlı kâğıtla sarıp sarmalayıp, sağını solunu
zımbalayıp, tepsiye dizeriz. Ya da çok çok Babiş ısrar eder, çipuraları
ızgarasında pişirmeye kalkarız ki nar gibi kızarırlardı! Bir gün
yine balık alacağımız tuttu, değişiklik yaptığımıza inanıp löp etli, kılçıksız
yayın balığı aldık. Eve gelince de ızgaraya dizdik ki salata eşliğinde baba-kız
kendimize balık ziyafeti çekelim! Attık balıkları fırına, bekledik ki
pişsinler! Balıklar ızgarada pişeceği yerde ne yapsalar beğenirsiniz?
Arkadaşlar, yayın balığı inan olsun ki yangın çıkardı. Fırının her tarafını
alevler sardı, yangını söndürdüğümüzde fırın kullanılmaz haldeydi! Tabii
balıkları kurtarmak ve de aç kalmamak için yeni yollar bulmak bize düştü.
Babiş’in söylenmelerine aldırmadık, balığı tavada pişirmeyi, yenilir hale
getirmeyi başardık ama sonunda mini fırın da kapının önüne konuldu Fırın fırın
olmaktan çıkmıştı, yenisini almak lazımdı.
Alım satım işini Babiş’e
bıraksak sorun aslında çözülecekti ama bırakmadık! Birkaç gün sağa sola
bakındık. Bütün mini fırınların aslında birbirine benzediğine, birinin fiyatı
üçse, diğerinin bir olduğuna karar verdik. En sonunda bildik bir markanın
fırınını, sağını solunu kontrol etmeden, seksen olan fiyatını, “peşin!” yetmiş
beşe düşürerek satın aldık eve getirdik! Bize göre iyi alışverişti! Bir kere fiyatı
sudan ucuz, üstelik ambalajından çıktığında anladık ki hafif mi hafifti! O
kadar hafifti ki yerinde durmuyordu; ızgarası desen epeyce ferah, telleri
arasında uçurumlar var, üstünde ne balık durur ne tavuk konar! Tepsileri desen
kâğıttan hafif! Ancak fırının en önemli özelliği kapısının açık durmaması idi.
Açıyorsun kapağını fırın alıp başını gidiyor. Ya hemen kapamak
lazımdı ya da bir elinle tutacaksın ki yerinde dursun, sen de diğer elinle
işini göresin! Herhalde üretenler düşünmüştür ki: “Halkımız fırını kullanmayı
bilmez, kapağı açık tutar, fırını soğutur en iyisi mi biz tedbirimizi alalım,
ne olur ne olmaz!” Neyse uzatmayalım. Anladık ki aldığımız fırın
piyasada bulunabileceklerin en kullanışsızı, hatta sokağa atsan kaldıranı
olmaz; nitekim atmıştık kaldıranı oldu mu bilmiyoruz!
Güveçte levreğe şamandıra
atın!
Bir zaman geldi kızımız
“balıksever” oldu ve neredeyse her gün balık istemeye başladı. Gün geçmiyordu
ki “Baba canım balık istiyor! Uzun zamandır balık yemedim, somon canım
çekiyor!” demesin. Biz de bu isteği karşılamak için Kadıköy çarşının yolunu
tutuyorduk. Öncelik, talep edilen balıktı bu da genellikle somon, levrek,
çipura, hamsi, hatta istavrit oluyordu. Bir gün akşam için levrek istendi, yeni
bir pişirme yöntemi kullanarak güveçte levrek pişirdik! Efendim ayıptır
söylemesi güveci Fas’tan getirdiğimiz için ve de gösterişine diyecek olmadığı
için levrek sanki daha bir güzel oldu.
Tarifini merak ederseniz
şöyledir
Malzeme 3 kişilik (bir de
misafir var yani)
- 4 levrek
- İki limon
- Bir domates
- Bir kırmızıbiber
- Üç dört tane arpacık soğan
- İki diş sarımsak
- Beş altı tane karabiber
- Bir yemek kaşığı tereyağı
Pişirmesi:
- Bir domatesi rendeleyin,
güvecin altına serin. Bu arada
güveç güveç diyoruz, ola ki
bizim gibi gösterişli bir güveç kabınız yok o zaman da memlekette satılan
yayvan bir toprak kap bulun, o da iş görüyor.
- Levrekleri yan yana dizin.
- Üstlerine halka halka
limon, soğan, biber doğrayın
- Tereyağını bıçak
yardımıyla birkaç parçaya bölüp ilave edip
- Önce harlı ateşte, sonra
da kısık ateşte bir yarım saat kadar pişsin. Bu arada su koymayın, domatesin
suyu yetiyor! Unutmayın, levreğin suyuna banmak için mutlaka sofrada kalın
dilimli tok ekmek bulundurun. Kızımız bayılıyordu buna; bir başka deyişle
güveçte levreğe “şamandıra” atmaya!
Hayır işlemek sevaptır!
Çocuk yetiştirmek zor! Hani
zamanında Milli Eğitim bakanlarından biri “Okullar olmasa maarifi ne güzel
idare ederdim!” demiş ya onun gibi bir şey! Kimi babalar için çocuk olmasa
babalık ne güzel! Oh, yan gel yat! Adın baba ama çocuğun yanında yok. Yani var
ama sen uzaktan seviyorsun, böyleleri o kadar çok ki!
Bizde bir çocuk vardı,
üstelik bizimle yaşıyordu. Adı da ”Babiş!” idi. Kızımız diye söylemiyoruz,
güzel kızdır hoş kızdır da o zamanlar az biraz sözünde durmazdı. “Daha
acıkmadım,” der; der demez acıkır, iki ayağımızı bir pabuca sokardı. “Yerim
yerim,” der, yemezdi! Koca koca tencereler yolunu gözlerdi! Üstelik bu durum ne
bir ne ikiydi, her geçen gün artarak devam ederdi.
Tacirin Eline Düşmüş Köle
Bir akşam işten biraz
erkence çıktık. Niyetimiz eve gidip “Odasına boya badana yaptırdı; yerleştirme
işine, temizliğine yardım edelim, sevaptır, hayır işlemiş oluruz,” idi. Öyle de
yaptık, işlerin ucundan tuttuk, Babiş’in deyişiyle de “bayağı işe yaradık”
sadece en büyük işin üstesinden gelemedik, karyolasını sökmeyi beceremedik!
“Olsun zararı yok!” dedi. Biz de bu hoşgörü üstüne mutfağa yöneldik. Bir gece
önceden ıslattığımız, Babiş’in yemek için ”garanti” verdiği nohut yemeğinin
pişirme kısmını kotarmaya giriştik. Giriştik girişmesine de biz daha tencereye
bolca tereyağı koyup, kuru soğan eklemiş, pembeleşmelerini beklerken, sevimli
kızımız “Karnım acıktı!” diye söylenmeye, ardından da tacirin eline düşüp de aç
susuz kalmış köleler gibi görüntü sergilemeye başladı. Çaresiz, tencerenin
altını söndürüp, yeni yatağa yeni yastık da lazım düşüncesinden yola çıkarak,
Babiş’le birlikte sokağa vurduk kendimizi ki niyetimiz “yolda yemeğe kadar az
bir atıştırmalıkla açlığını bastırmak, dönüp geldiğimizde de baba-kız nohuda ve
bulgur pilavının başına, turşu ve de kuru soğanla birlikte oturmak” idi.
“Yerim valla yerim!”
Babiş’e önce yastık alındı,
ardından da hemen karşı sıradaki börekçiye atıştırmalık için girildi. Babiş bir
porsiyon peynirli kol böreği istedi. Biz de kıymalı az kol böreği ile yetindik.
Babiş karnını tıka basa doldurdu, böreğin yanında çayını da içti; bize de hala
söz vermeye devam edip, “Yerim yerim valla nohut da yerim akşama,” dedi.
Baba-kız evimizin yolunu tuttuk. Tahmin ettiğiniz gibi akşam nohutla bulgur
pilavını tek başımıza yedik! Allah’tan evde şişe şişe madensuyu vardı!
“Şükürler olsun!“
“Bir insan daha var, çok
şükür,
Evde nefes var...
Ayak sesi var, çok şükür,
çok şükür...”
Orhan Veli bu şiiri kimin
için yazmış bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey vardı ki, evimizde şükredecek ayak
sesleri bir de ses vardı. “Hani sana risotto yapacaktım?” der. Uzun zamandır
tekrar edilen bu serzeniş “Hele dur bakalım. Nasıl yapacaksın, içine neler
konuluyor? Malzemeleri hazır edelim olur.” telaşımızdan uzunca bir süre her
pazar evin duvarlarında yankılanıp dururdu. Sonunda et suyunu, pirinci,
tereyağını, kaşarı, kuru soğanı hazır edip Babiş’e,“Hadi mutfak senin,” dedik.
Kızımız risotto yaptı!
Baba kızın mutfakta yan yana
çalışmaları pek keyifli oluyormuş. Akıl edebilseydik ya da en azından Babiş’in
mutfakta bu kadar yetenekli olduğunu tahmin etseydik şimdiye çoktan pazarları
bir köşede oturup yemeğin hazır olmasını bekliyor; hatta arada divanda
şekerleme bile yapıyor olurduk. Ancak gelin görün ki bize doğru gelen bu
düşünce, baba kılığına girince pek doğru gelmiyordu.
“Ya elini yakarsa?”,
“Mutfakta saçlarını toplamıyor ki! Yemek bir taraftan yapılır, bir taraftan da
etraf toplanır, o bunu daha bilmiyor ki!” vesvesesi bir türlü peşimizi bırakmazdı.
Ancak kızımıza bir fırsat vermek gerekiyordu ve sonunda verdik. Böylelikle
kızımız mutfağa bir yemeği başından sonuna kadar yapmak için el koydu!
Mantarlı Karides
Mutfağımızda bir yabancı
olunca, önce bir köşede oturup seyrettik, arada bir şey sorulunca düşüncemizi
belirtip “Olur olur, o tencerede olur,” dedik. Kızımız soğan doğrarken “parmaklarını
keser” diye telaşlandık; sonunda baktık ki her şey yolunda gidiyor, ayakaltında
fazla dolaşmamak ve kendi hünerimizi de göstermek için tezgah başına geçtik.
Bir tavaya tereyağı koyup önceden soyulmuş ve de hazır edilmiş domatesleri,
yeşilbiberle çevirdik. Karidesleri kattık içlerine, ardından da küçük küçük
doğradığımız mantarları ekledik. Bir diş sarımsakla tatlandırdık. Biri bize,
biri kızımıza, iki küçük güveçte fırına sürdük; zamanı gelince de üstlerine
rendelenmiş kaşar koyduk hem görüntü hem de lezzet versin diye… Risotto
yapmışlığımız yoktu ama bir iki yemişliğimiz vardı. Konuya merakımızdan göz
ucuyla Babiş’i seyrediyorduk. Tavada önce tereyağını eritiyor, sonra küp küp
doğranmış soğanları ekleyip çeviriyor; zamanı geldiğine hükmedip, yıkanmış ve
de durulanmış pirinçleri ekliyor ve bu karışımı durmadan karıştırıyordu. Risottonun
püf noktası, hiç durmadan malzemeleri çevirmekmiş. Bir de ara ara suyunu
çektikçe bardak bardak et suyu eklemekmiş. Babiş bütün bunları harfiyen
uyguladı ve en sonunda risottosuna rendelenmiş kaşar koydu ve seslendi: Babiş
yemek tamam!
Sofrayı hazırladık, iki
servis açtık. “Öküzgözünü” de bardaklara doldurduk ve neredeyse aylar sonra
Babiş’le birlikte masaya oturduk!
Kızımız diye söylemiyoruz,
yemek konusunda yeteneklidir. Risotto nefis olmuştu ve iki tabak yenilmeyi de
hak ediyordu. Bizim karides güveçse risottonun yanında pek bir sönük kaldı. Yemeğin
sonunda Babiş, yorumunu hiç esirgemedi, “Güveç az biraz sulu olabilirdi Babiş!”
“Mutfak sizindir teslim
etmeyin!”
İki insanın arasına “ikilik,
rekabet” girdi mi bir daha o ilişkiden hayır gelmez! Boşuna mı eskiler,
boynuzun kulağı geçmesine bir türlü izin vermezmiş, öğreteceklerini hep bir
eksik öğretirlermiş ki diplerinde kimse yeşermesin! Bildikleri vardı mutlaka
ama bildiklerini biz bilmiyormuşuz! Bilsek son zamanlarda yaptıklarımızı hiç
yapar mıydık? Tutup evdeki tek rakibimize mutfağı teslim eder miydik? Kendini
göstermesine olanak verir miydik? Vermezdik herhalde. Ancak bu hatayı yaptık,
pişirdiği risotto bloğumuz aracılığıyla bütün yurda, “yavru vatan”a, Avrupa’ya,
hatta kıtalara yayıldı ve tabii bilumum ablalar övgüler yağdırdıkları
yetmiyormuş gibi ‘’Boynuz kulağı geçermiş’’ sözünü hatırlatıp eklemeler bile
yaptılar.
“Anlaşılan Küçük Babiş,
Büyük Babiş’i mutfak işinde sollayacak!”
“Küçük Babiş’ten yeni yemek
denemeleri bekliyoruz, iletin lütfen!” “Kızınızın maşallahı var, belli çok
yetenekli!” gibi…
Mesajları okudukça bizi aldı
bir telaş! Babiş okumuş çocuk dil biliyor, dünyayı takip ediyor, böyle giderse
gün gelecek yemeklerimizi beğenmeyecek! Nereden ele geçirmişse şifremizi de biliyor,
bloğa gelen yorumları okuyor, okudukça da havalara giriyor… Yediğine içtiğine
daha bir dikkat eder oldu. Hatta “Zahmet edip içine kaşar rendeleseydin daha güzel
olurdu!” diye arada pişirdiklerimize laf bile sokuşturur hale geldi.
Yaşamımız başparmağının
ucundaydı!
Baktık olacak gibi değil,
durumu toparlayıp “Öyle bir yemek yapayım ki söyleyecek söz bulamasın!” dedik
ve bir koşu çarşıya koşturup, somon, ıspanak ve krema aldık. Niyetimiz kremalı
ıspanağa yatırılmış, güveçte somon pişirmekti. Gerçi daha önceleri de ateşe
dayanıklı cam kaplarda yapmışlığımız vardı ama bu kez görseli daha “vurucu
olsun” diye balık şeklinde güveç kullandık.
Havalar soğumuştu, farkında
değilmişiz; ıspanakları soğuk suyun altında yıkarken öğrendik ve ıspanağı
haşlar gibi, sıcak sudan geçirdik. Tereyağında az biraz kavurduktan sonra
kremayla hemhal ettik! Somona bir şey yapmak gerekmiyordu. Balıkçı yapacağını
yapmış, bir parçasını fileto çıkarmıştı, üstelik güveçle de renk uyumu vardı.
Somonu enlemesine, sağını solunu ıspanakla destekleyip yatırdık. Güveç fırında
yirmi dakika kaldı kalmadı, kapının zili çaldı, açtık ki “mutfaktaki
rakibimiz!”
Karnı çok açmış, hemen
TV’nin karşısına geçip yemeğini istedi. Aradan az bir zaman geçti geçmedi,
salonda divanın üstünde kraliçe edasında oturan kız, sağ başparmağını havaya
kaldırdı; bekledi bekledi “Ölüm ölüm!” diyerek kan görmek isteyen halkı arenada
temsil etti, coşkularının artmasını bekledi. Ancak bu bekleyiş uzun sürmedi,
üstüne oturduğu bacağını yere indirerek ayağa kalkıp beyaz mendilini ölüm
bekleyen gladyatöre fırlattı. Rahatlamıştık bu cesaretle, “Eğer bir gün
başparmak aşağıya doğru inerse, yemek yapmayı bırakırım ona göre,” dedik. Bir
el hareketi yaptı ama bir anlam veremedik!
Niyet başka kısmet başka!
Yufka ile tanışmamız
yenidir. Tanışınca da bazen dörde, bazen sekize böldük; üçgen kestik, rast
gelirse kızımıza patatesli, bazen kıymalı bazen ıspanaklı peynirli börek
yaptık. Bir gün pazı sardık, dolma yaptık. Kökleri, biraz da yaprakları arttı,
atmadık. Haşlayıp koyduk bir kenara ki canımız çekerse kavuralım, üstüne
yumurta kırıp, yumurtalı ıspanak niyetine yiyelim, nefsimizi köreltelim. Öteden
beri yumurtalı ıspanağı, severiz. Pişirmesi kolaydır. Tavada kavurmaya
başlarsın az zeytinyağı ile bir iki çimdik pul biber, tuz atıp indirmek
üzereyken üstlerine iki yumurta kırıp ıspanakla yumurtalar hemhal olana kadar
pişirirsin. Pek hoştur, pek lezizdir böylesi. Biz yumurtası karıştırılmışı
severiz. İşte o gün pazıyı, ıspanaklı yumurta niyetine yememeye karar verdik. Tam
o sıra aklımıza yufka düştü dedik ki; “Pazıya bir yufka yeter. Birkaç tane
börek yaparsın, adını da pazılı
börek koyarsın, hem Babiş’e
de hava atarsın, yeni bir börek icat ettim diye!” Bir yufka için çarşıya indik,
hem böylelikle birkaç adım da atmış olduk. Yalnız dükkan sahipleri bir yufka
alana kötü kötü bakıyormuş bunu da öğrendik.
Çarşı dönüşü yufkamızı tezgâha serdik. Önce
ikiye, sonra dörde böldük. Bölünmenin yeterli olduğuna kanaat getirince de
kavurduğumuz hafif karabiberli pazıları, dört eşit parçaya bölüp yufkalarla bir
güzel sarıp sarmaladık ve yağlı kâğıt serip fırın tepsisine yan yana dizdik.
Bir yumurtanın sarısını çırptık, fırçayla yufkaların üstlerine sürdük; en üste
de beyaz susam gezdirdik ki güzelliğinde kusur aranmasın! Babiş’in gelmesine
yakın fırını yaktık. Övünmek gibi olmasın ama böreklerimiz nar gibi kızardı.
Babiş okuldan geldi
içimizden diyoruz ki, “Tam börek yenilecek zaman. Okuldan aç gelinmiş ana
yemeği beklerken ağza atılmalık!” Amma velakin hayatın kendisi niyetlere göre
sürüp gitmiyor ki her şeyin kendi doğası kendi işleyişi var! Şansızlık bu ya,
Babiş’in doğası da o günlerde biraz kendine dikkat etmek istiyormuş! Bizimse
kiloyla derdimiz, beğenenimiz yoktu. Bütün börekler bize kaldı.
“Sen hiç kek yaptın mı ki?”
Babiş çayın kahvenin yanında
çeşit çeşit fırınlardan ya da pastanelerden alınmış keklerle, çoğunlukla da
vişneli muflinlerle nefsini köreltmeyi severdi. Bazen de kendi tezgâh başına
geçip, ne pişirdiyse onu çayına katık ederdi!
Günlerin birinde adı “acemi”
ama kendi büyük bir aşçı olan, çok sevdiğimiz bir blogta, “ıslak kek” tarifine
rastlayınca sanki şeytan dürttü. İşten çıkar çıkmaz doğruca marketin yolunu tuttuk,
tarifteki malzemeleri aldık. Bu kez tezgâhın başına geçmiştik ki salondaki
muhalefetin hoş olmayan sesi gelmeye başladı.
“Ay sen şimdi de kek mi
yapıyorsun? Hiç kek yaptın mı ki? Kek yapmayı kolay iş sanma!”, “Kalıbı yağla
yoksa yapışır!”, “Kabartma tozu koydun mu?”
Çok muhatap olmadık
sataşmalara ve de uyarılara ama harcın kıvamını gösterdik o da elindeki işe ara
verip mutfağa geldi. “Biraz daha un kat, biraz daha kat,” diye diye bizi
yönlendirdi! Ancak biz ısrarla ölçüden vazgeçmedik, malzemeye sadık kaldık.
- Önce bir yumurta kırdık
derin bir kaba. Aksilik bu ya evde toz şeker de kalmamıştı. Biz de on beş küp
şeker kattık yumurtalara ve başladık birbirine yedirmeye, yumurta ile şekeri
çırpmaya.
- Ardından bir küçük paket
süt ve göz kararı zeytinyağı ekledik karışıma.
- Bu kez el kararı un ile
tarifteki gibi bir paket kabartma tozunu birlikte eledik ama niye elediğimizi
anlamadık çünkü hiçbir faydasını görmedik, neyi döktükse öbür taraftan olduğu
gibi çıktı ve tarife sadece burada bağlı kalmış olduk!
- Son kez de daha önce
rendelediğimiz, kabuğunu soymadığımız bir elma ile sadece kabuğunu
rendelediğimiz bir limonu az biraz toz tarçınla karışıma ekledik. İyice
karıştırdık ve harcı yağlanmış kek kalıplarına altı eşit parçayla döktük el kararımıza
da şapka çıkardık. Ancak Kızımız nedense bu böbürlenmeye ses etmedi!
- Fırınınız bizimki gibi
sadece bir sac parçası değilse, 170
derecelik ısı ve 40
dakikalık pişirme süresi kek için yeterlidir.
Ancak Babiş’ten fırça yemeyi
göze alarak fırın kapağını açtık ve piştiğine inandığımız keki kalıbından şıp
diye çıkardık!
“Şekeri az, elma ise
kaybolmuş!”
Biz bütün bunları yaparken, Babiş
yoğurtlu, sarımsaklı mantısını kaşıklıyordu. Yemeğini bitirir bitirmez de
fırından yeni çıkmış sıcak kekin tadına baktı ve hemen notunu verdi; “Şekeri az
olmuş, limon tadı geliyor, elma ise kaybolmuş. Bir dahaki sefere vişneli yapar
mısın?” Şimdi deseniz ki “Niye ölçü kullanmıyorsun be birader?”
deriz ki “Ölçü bize göre değil, bizi bozar!” Kendimizi bildik bileli el kararı
ile idare ederiz, neye gerek ölçü? Biz ne bulduysak onunla idare edenlerdeniz!”
Yoksa sizi ellerinde oynatırlar, ele güne “maskara” olursunuz. İyi de bizde ne
“strateji” vardır ne de “taktik!” Bunları hayatımız boyunca kullanmadık.
Üstelik bir çocuk babasıydık, deneye yanıla el yordamı ile yolumuzu bulmaya
çalışıyorduk.
Ana babaysanız “strateji
bilmelisiniz!’’
Bir sabah kahvaltıda sürpriz
yapmak istedik! Aslında emrivaki bir durumdu, altında bir hinlik vardı! Babiş,
böreği çöreği çok lezzetli, kışkırtıcı, en önemlisi televizyon karşısında kolay
lokmalar oldukları için her fırsatta isterdi. Ne zaman önüne konulsa, “Hayır!”
demezdi. Yalnız her hamur işi de öyle hemen kabul görmezdi. Mesela peynirli su
böreğini seviyordu da kıymalı olanını sevmiyordu. Ancak kıymalı sigara böreğine
“Yerim,” diyordu hele de yoğurtlu olursa. Yani durum biraz diplomasi
gerektiriyordu ve derdimiz, kızımız damağımızdan lezzet onayı almış tatları
tatsın istiyorduk. Güya ona “gurme” yanımızı da aktaracak, bir baba olarak
üstümüze düşenleri harfiyen yerine getirecektik. Ancak o da bu konuda kendi
damak zevkine, kendi gurmeliğine güveniyordu.
İstanbul börek cennetidir,
bu güzel lezzetin her çeşidini her yerde bulursunuz. Biz böreklerimizi
özellikle kıymalı suböreğini ya Karaköy Güllüoğlu’nda ya da Kadıköy Bilgeoğlu’nda
yeriz. Özellikle de sabahın erken saatlerinde… Planımız şuydu” Sabah erken
kalkılacak. Bilgeoğlu’na gidilip ilk tepsiden peynirli ve kıymalı su böreği
alınacak. Ancak biz sevdiğimiz için kıymalı olanı biraz fazla tutulacak,
koşturarak eve gelinecek ki börekler soğumasın! Öyle de yaptık, yalnız eve
gelince biraz gürültü oldu ki börekler soğumadan yenilsin. Çaydanlıklar
kendiliğinden birbirine çarptı, terliğimiz biraz fazla şıpırdadı, haliyle bir
ev gürültüsü ki fazlası uyuyanı uyandırır. Aslında vakit uyanma vaktiydi. Yoksa
fazlası tembellerin uykusuna girerdi ki evde öğlenlere kadar uyuyan tembelimiz
yoktu çok şükür!
“Babiş günaydın!”
“Günaydın Babiş!”
“Kahvaltıda ne yiycem?”
“Börek!”
“Neli?”
“Peynirli ve kıymalı su
böreği…”
“Bana peynirlisinden…”
“Olur…”
“Çay ister misin?”
“Hayır, ben su içicem!”
Sabahın ilk diyalogu böylece
gerçekleşmiştir. Ancak Büyük
Babiş hedefe hain adımlarla
ilerlemektedir ki biraz sonra salondaki
ses, mutfağa kadar ulaşır.
“Babaa, ben doymadım!”
“Börek var ama kıymalı,
yersen vereyim!”
“Olur!”
“!!!!”
Uzun süren bir sessizlik ve
ardından, “Baba kıymalısı da çok güzelmiş bunun!” yorumu havada asılı kalır.
Kısa süren bir sessizliğin ardından mutfaktaki Büyük Babiş keyiften dört köşe,
“Afiyet olsun kızım!” der. Taktik üstünlük işe yaramış, bir lezzet mevzii daha
kazanılmıştır!
Şükürler olsun ki Babiş var!
Sayesinde babiseyemekler.blogspot.com‘da nice yazılara imza attık, gün geldi
okunma rekorları kırdık, hatta ufaktan ufaktan “şöhret”i bile bulduk. Ancak siz
siz olun kanmayın bu “şöhret” böbürlenmelerine… “Şöhret” dediğin nedir ki? geldiği
gibi gider korumasını
bileceksin! Bunun için çok
çalışacaksın, çok üreteceksin ama en önemlisi Babiş formunda olacak ki ortaya
yazı çıksın! Yoksa ondan bir kaşık, bundan bir tutam yaz yaz nereye kadar? Kim okur?
Yani dememiz o ki bir zaman çok yoğunduk, var olan “haklı” şöhretimizi
korumanın yollarını arıyor kendi kendimize hayaller kurup “Daha fazla artsa
kötü mü olur?” diyorduk ama durmadan da Babiş’in ağzının içine bakıyorduk! Açsa
doyurup, toksa “Yarın ne istersin?” sorusunu sorup, istekler alıyor, yorumlar
duymak istiyorduk. Çoğunlukla da satır aralarını okumaya çalışıyorduk çünkü
satır aralarında çok anlam yüklüdür.
Bir sabah bu duygular içinde
uyandık, uyanır uyanmaz da kızımızı mutfakta bulduk! Akşamdan bize sözü vardı,
dün gibi bugün de kahvaltı edecek, hatta hatırımızı kırmayacak iki dilim ekmek
birden yiyecekti!
Sabah sersemliğinden olsa
gerek unutmuştuk! Babiş mutfakta, o tahta gibi yassı, “kraker” denilen tatsız
tuzsuz şeyleri yiyordu, tabii ki ses etmedik! Çünkü öğrendiğimiz bir başka şey
daha vardı ki tatlı da olsa başına durduk yerde bela almayacaksın.
Hele ki sabah sabah! Kendine
laf getirtmeyeceksin, kendini sevdirmenin yollarını arayacaksın! Biz de öyle
yaptık verdiği sözü unuttuk, geceden kendi verdiğimiz sözü yerine getirmek için
kolları sıvadık, son günlerde çok popüler olan, “Üç gün yeter!” dediğimiz ama
bir oturuşta tüketilen kabak
mücverimizin hazırlıklarına
başladık!
,Mücverden Suşiye!
- Bir kabağı rendeledik,
üstüne bir iki taze soğan, on beş yirmi
dal maydanoz doğradık. Bir
yumurta kırdık içine birkaç kaşık un attık. Bu arada belki
“Akşam için Babiş’in gönlünü
çeleriz,” diye de daha önceden
ayıklayıp temizlediğimiz
bamyaları ortaya çıkardık, niyetimiz
nohudunu haşladığımız, kuzu
etini hazır ettiğimiz etli bamyayı
mücverin arkasından
pişirmekti. Ancak niyet başka, hayat başkadır. Uslanmamışız ki Babiş kapıdan
çıkmadan bombayı patlattı: “Babaaa, benim canım çoktandır suşi çekiyor!”
Bu bizim gibi kızı uğruna
saçını süpürge etmiş bir babaya söylenecek laf mıdır? Şoke olduk! Babiş hayatı
boyunca Demokles’in kılıcı gibi başının üstünde sallanacak bu lafı etmeyecekti!
“Beğenmezsem kızma, baştan
söliyim!”
Öyle çok börek çörek
yapmazdık, çünkü pek bilmezdik! Zaten kızımız da beklemezdi. Dolayısıyla
bünyelerimiz hamur ihtiyacı duyarsa dışarıdan alır, afiyetle yerdik! Genellikle
suböreği favorimizdi ama arada sırada ıspanaklı, patatesli de almışlığımız
olurdu. Bir gün ”Hadi tembellik etmeyelim, hem denemiş de oluruz,”diye,
internette bir hanımın tarifini verdiği, pek de methettiği sodalı su böreğinden
yapalım istedik. “Hem bu vesile ile Babiş’in
de gözüne gireriz ki kötü mü
olur?” diye düşündük. Bu arada “yemek yaparak Babiş’in gözüne girme” çabamızı
da garipsedik! Bunu sürekli yapıyorduk. Ne ise Kadıköy Çarşı’ya gittik,
kollarımız dolu dolu gelip
mutfağa girdik! Bizi tezgâh
başında gören kızımız, “Ay sen yufka almışsın, ne dolaplar çeviriyorsun yine?
Bak ne yapacaksan yap ama beğenmezsem kızma, baştan söyliyim!” dedi, tehdit
savurdu!
Söylenenlere kulağımızı
tıkadık, işimize baktık. Bir yufkanın yarısını seramik fırın tepsimize yaydık,
kalan yarısını da onun üstüne örttük; dolaptan kimseler yemediği için
dondurucuda sakladığımız tulum peynirimizi çıkardık, yufkaların üstüne bolca
serperek yaydık. Kalan bir yufkayı da yine ikiye böldük, ilk önce ilk yarısını
sonra diğer yarısını peynirlerin üstüne serdik.
Baktık ki görüntü hiç fena
değil umutlandık! Bu arada mümkün olduğu kadar tarife sadık kalmaya çalıştık.
Gerçi böreğimizi yaparken sadece peynir kısmında az biraz sapma olmuş,
beyazpeynir yerine tulum kullanmıştık ama “O kadarı da olur ev hali!” dedik,
aldırmadık! Yapmaya çalıştığımız işe odaklanıp bir şişe sodayı böreğin üstüne
boşalttık sonra yarım saat dinlenmesi için dolaba kaldırdık. Arada bolca
tereyağı erittik, soğuyunca içine bir yumurta sarısı kırıp karıştırdık. Son
işlem olarak da artık sodayı çekmiş böreğin üstüne tereyağı ve yumurtayı
döktük, tepsimizi 250 derecelik fırına sürdük yarım saat pişti!
“Peynirini fazla koymuşsun!”
Babiş o gün kandile rast
geldiği için oruçluydu. “İbadet edene
hizmet etmek sevaptır!”
deyip; çorbaydı, etti, salataydı, bir sürü
şey hazırlamıştık ama bütün
umudumuz sodalı böreğimizdeydi. O hevesle iftar vaktini bekledik ki “Aferin!”
alalım! Böreği aldık fırından, dilimleyip bir tabağa koyup, “Şunun tadına bak
bakalım, nasıl olmuş?” dedik. İlk lokmayı yedi. Tepki bekledik lakin renk
vermedi. Belli ki oruç ağız, ağzını bozmak
istemiyordu. Kısık bir sesle, “Babacığım
peynirini biraz fazla koymuşun!” dedi, yemeğe devam etti.
Böğürtlenin plasebo etkisi
Babiş’in bir gün ağzında aft
çıktı, bunu telefonda anneannesine
söylemiş, eski kadın tabii
hemen bir doğal reçete verip, “Afta
karadut iyi gelir,” demiş.
Babiş de bunu bize söyledi. Kadıköy
Çarşı’da dolandık durduk,
karadut yok! Ona çok benzeyen böğürtlen
vardı. “Aradaki farkı
nereden bilecek ki?” deyip, bir paket
alıp eve geldik. Yedi
böğürtlenleri ama bir yandan da söyleniyor.
“Baba bunlar hiç duta
benzemiyor!” Bozuntuya vermedik.
“Kızım karadut işte zaten
zor buldum, ye bitir şunları!” dedik
üstelemedi, bitirdi
böğürtlenleri. Birkaç gün sonra ağzında
aft kalmadı! Yıllardır
plasebo etkisinin nasıl bir şey olduğunu
bu örnekle anlatır durur
arkadaşlarına…
“Yemeğini yer misin?”
Bir yaz günü, arkadaş
aracılığıyla tatil için bir devlet kampına gitmiştik ama Babiş’in huysuzluğu
üstündeydi, bir türlü yemek yemiyordu. Çareyi “beyaz” yalanda bulduk. “Burada yemek
yemeyenleri, denize atıyorlarmış!” dedik. Babiş bir daha “Kızım yemeğini yer
misin?” lafını söyletmedi. Eee, babaların
yeri geldiğinde her zaman
ellerinin altında bulunduracakları plaseboları vardır. Bu da sözle olanıydı. Bu
arada bu çocuk milletine (ki millettirler, kendilerine göre hepsinin kullandığı
ortak bir dil ve davranışları vardır. Ancak güven olmaz. Çünkü bir hafta iyi
giden arkadaşlık, baba-kız muhabbeti aniden tersine döner; hiç hesapta olmayan
fırtınalar çıkar, yüzler kararır, sesler eser, gürler! Daha önce anlatmıştık,
zor yılımızdı. Babiş bütün hafta boyunca okula, gelince de dershaneye
gidiyordu; ne hafta sonu
vardı ne tatili… Gecesi
gündüzü birbirine karışmıştı. Biz de günde beş araç değiştirip, sabah işe
gidip, akşam beş araçla geri dönüyorduk! Eve geldiğimizde de daha önce pişirip bıraktığımız
yemeğini yemiş, çalışma masasının başına geçmiş, ders çalışıyor buluyorduk.
Rahatsız etmemek için mutfaktaki yerimize geçip, bir kenarda yemeğimizi yiyip,
kendi kendimizle
sohbete dalıyorduk!
Dolayısıyla konuşulacak konu olunca, o yanımıza gelip, mutfak tezgâhının
üstüne çıkıyor, başlıyordu okuldan, derslerden ve bunlar için çok ama çok
gerekli olan “motivasyon”dan söz etmeye!
Bir akşam yine mutfağa
geldi, konuşmaya başladı. Konu değişik. Der ki “Baba televizyonda nefis bir
tarif gördüm pazıya sarılmış dil peynirli biftek ama döküm tavada
pişirdiler! Et böyle cosss coss, yol yol oldu. Biz de bir
döküm tava alalım!
N’olurrr!”
“Kıızım pere yok pere!”
“Niye?”
Çünkü bütün pereler
kızımızın eğitimine gitmişti! Ancak onca çabamız boşa gitmemiş ki Babiş Kürtçe söylediğimiz
“pere” lafından ne anlatmaya çalıştığımızı anladı. Bütçemizi zorlama isteğinden
vazgeçti, konu kapandı. Herkes kendi dünyasına döndü. Biliyorsunuz bizim bir
bloğumuz vardı ve orada yeme içme maceralarımızı anlatıyorduk ama son
zamanlarda biraz sıradanlaştığımızdan anlatacak pek bir şeyimiz olmuyordu. Biz
de birkaç gün bekledik ve maceralar ardı ardına sökün etti.
“Sabah sabah tatlı belaya
bulaşma!”
Bir bakarsınız, sizinki
sabahın köründe, divanın üstünde; “Bayram tatili evin tadını çıkarıyor,” diye düşünürsünüz!
Duruma bakınca anlaşılan o ki erken kalkılmış, bir film bitirilmiş, bir başkasına
başlanmış ve elimizde de bir paket çikolata… Empati yapmaya çalışır dersiniz
ki, “Keyfi yerinde! O zaman sana ne oluyor? Sabah sabah keyfini kaçıracak ne
olabilir ki?” Buna da şükretmelisin, yoksa daha günaydın demeden, “Ben kahvaltı
etmiycem!” lafı gelir ki asıl sinir bozucu olan odur. Bu kesin bir hükümdür.
İster uy istersen uyma. Tersini yapmayaçalış, başına gelecekleri görürsün! En
iyisi, “Sen bilirsin kızım,” diyerek durumu kontrol altına almaya çalışmaktır.
Yoksa niye sabah sabah bulaşasın ki tatlı da olsa “bela”ya! “Tamam,” der
geçersin.
Bir başka sabah da
beklersiniz ki kalksın da kahvaltı etsin. Oysa siz vakitlice kalkmış, tek
başınıza kahvaltınızı etmiş, bilgisayarın başına oturmuş; bir çay, iki çay, üç
derken neredeyse, “çayda çıra” oynar hale gelmişinizdir. Ancak ne kalkan vardır
ne ses veren! Sıkılırsınız, sonunda kendinizi sokağa atarsınız.
“İnsan kızına suböreği
alır!”
Babasınız, aklınız evde kalmış;
ayaklarınızı, kızınıza göre en güzel suböreği yapan pastanenin önüne yönlenmiş
bulursunuz. Bir dilim, iki dilim derken dört dilim suböreğini paket yaptırtıp, evin
yolunu tutarsınız ki hanımefendi biraz sonra karşınıza dikilir. “Sen kapıyı
açınca uyandım, günaydın!” der. Artık neredeyse öğlendir ve haliyle
acıkılmıştır. Şimdi en büyük merak konusu “Ne yiycem?” dir. Ancak geç kalkmanın
mahcubiyetiyle bu soruyu babaya sormadan mutfakta şöyle bir dolaşmak ve de buzdolabında
eşelenmek en doğrusudur. Ne de olsa sürprizlerle doludur hayat!
“Baba inanmıyorum, böyle bir
şey olamaz. Daha sana diyecektim ki insan dışarıya çıkmışken kızına suböreği
alır!”
Git Gel Çevir!
Biz baba-kız zeytini çok
severiz. Ancak her zeytini değil. O
irili ufaklı kapkara, tuzlu zeytinleri
hele hiç değil. Bizim zeytinimiz ya Antep-Urfa ya da Antakya zeytini olmalı ki
yiyebilelim, yoksa diğerlerini kızımız “yenmez” ilan edip bir kenara bırakır, ardından
da tüketmesi bize düşerdi!
Bir bayramda Cunda’dan büyük
bir hevesle aldığımız, ilk defa tattığımız çevirme zeytin, “fazla tuzlu” diye
yenmedi. Tuz sever bir arkadaşa verildi. Ancak bu çevirme zeytinin daha çok
çevirme kısmı hoşumuza gittiğinden, denemek için zeytin hasadını dört gözle
bekledik ve kasım sonu zeytinler toplandı, çarşı pazarda baş gösterdi. Yeni
keşfettiğimiz, Kadıköy’de eski Salıpazarı’nın kenarında bir dükkânımız vardı o
zamanlar. Antep’ten gelmiş
peynir, zeytin, fıstık,
bulgur, mercimek, pirinç, taze acı biber, gerçek nar ekşisi; aklınıza ne
gelirse satılırdı. Bir keresinde bir bidon Antep zeytini alıp baba-kız bütün
bir kış tüketmiştik. Bir gün uğradığımızda hem salamuraya yatırılmış bidon
bidon zeytin hem de yeni dalından koparılmış Antep zeytini bulduk. Tercihimizi
işlenmemiş zeytinden yana kullanıp, üç kilo zeytin alıp evin yolunu tuttuk. Zeytin
işlenmemişse çeşit çeşit yöntemle tatlı hale getirip, istediğiniz gibi
tüketebilirsiniz. Nitekim biz üç çeşit zeytin kurduk:
- Bir kavanozu zeytin
doldurup üstüne sadece su çektik.
Ne tuz koyduk ne de limon.
Yani salamuraya niyetlenmedik, kavanozu bir kenara kaldırdık.
- Unutmayın bu tür zeytinin
suyunu ne kadar sıklıkla değiştirirseniz o kadar çabuk tatlandırırsınız.
- Bir kavanozu da çevirmeyi
denemek için zeytinle doldurup, üstlerine kaya tuzu ekledik. Gidip gelip çevirdik,
çok keyifliydi!
- Bir başka kavanozu da
tezgâhta kırdığımız zeytinlerle doldurup, üstüne su çektik. Bunun da ne kadar
çok suyunu değiştirirseniz o kadar çabuk tatlanır ki tadından yenmez. Ondan
sonra gelsin çeşit çeşit zeytin sunumu. Yani bu zeytinin esprisi şu ki
tatlandıktan sonra kendinizce tuz koyarsınız. Üzerine zeytinyağı çeker, limon
sıkar, hatta pul biber ekler; maydanoz kıyıp, nar ekşisi de gezdirirsin ki
tadından yenmez.
“Yuvalama aşkı genetik
midir?”
Urfalıyız demiştik…
Annemizin ve babamızın doğduğu yeri memleketimiz kabul ediyoruz. Yalnız doğum
yerimiz Nizip. Dolayısıyla Babiş Nizipli sayılır. Oldu olası Nizip yemeklerine bir
düşkünlüğü vardır, bunların başında da yuvalama gelir.
Yuvalamayı bilir misiniz?
Bir Antep-Nizip yemeğidir. Çok özel olduğundan, özel günlerde, özellikle
bayramlarda yapılıp yenildiğinden ve de yapması epeyce zahmetli olduğundan öyle
her yerde bulmak, yemek, kolay değildir.
İşte Babiş, bu zor yemeği
yıllardır sayıklar durur. Artık nerede bu yuvalama aşkına tutulduysa! Her
fırsatta yemek ister ama ya yuvalama yapan Antep lokantalarında, kebapçılarda bir
türlü rast gelmez, günü değildir; ya da bin yılda bir nefsini köreltir,
yediğini yuvalama beller, avunurdu. Bir gün Kadıköy Çarşısı’nda hazır satılan
yuvalama köfteleri gözümüze ilişti. “İşte
sonunda Antepliler yaptılar
yapacaklarını ve beni de Babiş’i de büyük bir dertten kurtardılar. Bundan sonra
Babiş “Yuvalama yuvalama!” diye başımızın etini yiyemeyecek!” dedik. Niye? Çünkü
o zamana kadar yuvalama yapmaya bir türlü cesaret edememiştik. Bu yuvalama
denilen leziz yemeğin en zor kısmı, dövülmüş pirinç, yağsız kıyma et, tuz ve
karabiberi birlikte yoğurmak; sonra da yoğurduğunuzdan neredeyse atom parçaları
kadar parçalar koparıp, elinizde yuvalamaktır. Dolayısıyla yuvalanmış bulunca,
paket paket aldık. Eve gelip Babiş’e müjdeyi verdik Ardından hemen pazarlık
başladı. Der ki, “Yarın akşama yuvalama yaparsan, peşinat bir öpücük, kalanı
yedikten sonra…” Biz de dedik ki: “Yuvalama güzel olmuşsa, iki öpücük; biri bir
yanaktan, diğeri öbüründen. Ayrıca yuvalamanın parasını harçlıktan keserim!”
Başladık koyun alıcısıyla satıcısı gibi el sallamaya. Salladık salladık sonunda
tek öpücükte anlaştık. Maksat: “Ayağı alışsın!” Çünkü şimdiye kadar
yedirdiklerimize karşılık olarak sadece kuru kuruya “Eline sağlık!” alıyorduk…
Ertesi gün kızımız okula
gidip geldi, hemen yemek masasına geçip yuvalamasını istedi. Servis yaptık. Bir
tabak yedi, ardından ikinciyi istedi! Onu da bitirince bize döndü, sağ elini
kaldırdı, parmaklarını yumruk yaptı ve başparmağını yukarıya doğru uzattı bizi
sevindirdi.
Babiş kızımız ya o zaman,
biz de babayız ya; durum böyle olunca, günlerden de pazar olunca, üstelik de o
pazara “Babalar Günü” denilince, insan ister istemez günü üstüne alınıyor, beklentileri
artıyor! Hâlbuki niyeyse? Çünkü kapitalizmin çeşitli pazarlama taktikleriyle
yarattığı, “anneler, babalar, sevgililer” günlerinden biriydi diye düşünsek de
aslında bu günler sevgiyi
ifade etme fırsatıdır. O
yıllarda bir medya kuruluşunda çalışıyorduk. İşimiz gereği cumartesi ve pazar,
kargalarla birlikte kalkıyor, işe gidip tam da
Babiş’in uyanma vakti eve
dönüyor, dönerken de “Şimdi Babiş uyanır, ‘Babaaa ben ne yiycem?’ der…” diye,
suböreği, peynir birkaç çeşit ekmek alıp evin yolu tutuyorduk.
“Yastığına sarılıp
ağlardım!”
Yine bir hafta sonu işe
gittik, dönüşte görevini yerine getirmiş olmanın huzuruyla sallana sallana
iskeleden Kadıköy Çarşısı’na yürüdük. Ancak “özel” günden dolayı derin
düşüncelere dalıp, “Bugün babalar günü, ister misin Babiş erkenden kalkmış, babasına
kahvaltı hazırlamış olsun? Evde babasının sevdiği serbest gezinen yumurtalardan
var, birkaç tanesini haşlar ya da tereyağına kırar; köy ekmeğini kızartır,
Babiş’im geldiğinde bandıra bandıra yer, diye düşünür!” diye aklımızdan çeşitli
şeyler geçirdik! Ancak bir anda bu çılgın fikirlerden uzaklaşıp,
düşüncelerimize aklıselimi davet ettik ve dedik ki: “Ulan kız dün gece konsere
gitti, çok geç geldi; üstelik bu gece de gidecek, yorgun olacak, uyuyacak.
Bütün gün seni mi düşünecek?”
Eve vardık, baktık uyuyor.
Gürültü etmemeye çalışarak hemen kedi olduk, mutfağın bir köşesine kıvrıldık!
Bekliyoruz ki Babiş kalkar, hiç olmazsa yüzünü görürüz, belki “Babalar günün
kutlu olsun!” der, övgü alırız! Bir süre
sonra kalktı, bizi görür görmez de boynumuza sarıldı. “Babalar günün kutlu
olsun Babiş!” dedi. Bir yandan da gözlerini ovuşturdu ekledi:
“Aslında sana kahvaltı
hazırlayacaktım, bir ara da kalktım ama çok yorgundum uyuya kalmışım!” “Sağlık
olsun kızım…” dedik, bir daha uykuya yolladık. Biz de biraz daha kestirmek için
yatağımızın yolunu tuttuk. Uyanınca bilgisayarın başına geçip Babiş’e Yemekleri
açtık. “Hikâyemiz” karşımızdaydı. Babiş erkenden kalkmış ve sayfaya bir yazı
koymuştu!
“Bu yazıyı yazmak, benim
için çok zor. Çünkü ben çok duygusal
ama duygularını belli
edemeyen, etmekten korkan bir insanım.
Böyle anlamlı bir günde
birazcık olsun size babamın benim için
ne ifade ettiğini anlatmak
istiyorum.
Küçüklüğüme dair
hatırladığım anıların çoğunda o var. Eskiden babam sık sık iş seyahatlerine
giderdi. Ben de dört gözle geleceği günü beklerdim. Beklerken de gömleğini
koklayıp, yastığına sarılıp, gizlice ağlardım. Bir tek öyle sakinleşirdim.
Geldiğindeyse sabah uyandığımda, odam hediyelerle dolu olurdu ama hiçbiri onun
‘nihayet’ dönmesinden daha mutlu etmezdi beni. Her gece beni uyuturken
defalarca aynı kitabı okumasını isterdim. O da her seferinde okurdu, hiç
kırmazdı beni. İstisnasız her gece yarısı ‘‘Babaaa, bana su getir,’’ diye
seslenirdim. Biraz şımarıklığımdan, biraz da hep yanımda olduğunu kontrol etmek
istememden... Her zaman onunla aramda ‘farklı’ bir bağ oldu. Hala da öyle... Mesela
ne zaman onu düşünsem beş dakika sonra muhakkak beni arar. Aklımdan geçirdiğim
fikirleri (ne yiyeceğimiz, nereye gideceğimiz) ben daha ağzımı açmadan o
söyler. İster uzağımda, ister yakınımda olsun, kalplerimiz hep birdir. Beni bu yaşıma
getirene kadar yaptığı bütün fedakârlıkları o kadar doğal, gösterişsiz ve
gizliden gizliye yapmıştır ki ancak şimdilerde fark ediyorum hepsini. Küçükken
herkesin babasının onun gibi olduğunu zanneder ama bir tek babasıyla yaşayanın
ben olduğumu sanırdım. Büyüyünce anladım ki az da olsa babasıyla yaşayan varmış
ama kimsenin babası onun gibi değilmiş. Doğduğum günden beri yanımdan eksik
olmayan, beraber yaşamaya başladığımız son on iki yılda bir gün olsun annemin yokluğunu
aratmayan sevgili Babiş… Sana ne kadar teşekkür etsem az gelir, senin nasıl bir
baba olduğunu anlatmaya ise kelimeler yetmez. Beraber yaşadığımız her şey ve
üstesinden geldiğimiz tüm zorluklar bizi birbirimize hep daha fazla
yakınlaştırdı. ‘Karısından ayrılırken çocuğundan da ayrılan’ diğer babalar gibi
olmadığın için sana minnettarım. Tanrı’nın bana verebileceği en iyi baba, hayatımdaki
en büyük şanssın. Seni çok seviyorum.
B.S
Kızımızın yazdıklarını
okuyunca duygu dünyamızın nasıl alt üst olduğunu varın düşünün… Yazdıkları o
kadar çok şey hatırlattı ki unutmuşuz yaşadıklarımızı. Yıllar var ki Babiş’i sırtımızda
taşıyıp yatağa götürmenin, uyutmaya çalışırken, “Baba masal okumadın!”
deyişlerini ille de ille “Fildo ile Filsi”yi okumanın zorunluluğunu unutmuşuz!
Kızımızla gururlandık. Bize
ait ilginç, yerinde tespitlerine şapka çıkardık. Bir anda yılların yorgunluğu
uçup gitti! Ne güzel değil mi? Dileriz herkes böylesine hayırlı evlatlar yetiştirir,
onlardan böylesine güzel geri dönüşler alır, böylesine güzel duygular yaşar.
Babiş Eski Babiş!
Ancak bütün bu yaşananlar,
güzel ve duygulu sözler, sizi yanıltmasın. O günlerde Babiş her ne kadar
duygusal anlamda gelişti, yazısı imlası güzelleşti, tespitleri cuk diye yerine
oturduysa da bakmayın Babiş yine eski Babiş’ti! Huylu huyundan vazgeçmezmiş!
Yani Babiş yine babasının yetiştirdiği domateslere burun kıvırıyor, yine
tereyağı, yeşilbiber ve domatesle harmanlanmış, üstüne üstlük içine serbest
gezinmiş tavuk yumurtaları kırılarak pişirilmiş menemeni zinhar ağzına
koymuyordu… Yine kahvaltı masasına sokaktan börek ısmarlıyor, yine tek bir
tabağın mutfaktan bahçe masasına taşınmasına yardımcı olmuyor; velhasıl yine
fazla laf dinlemek istemiyor, bunu da açık ve de seçik her zaman ıslarla
tekrarlıyordu... Laf dediğimiz de “Kızım sen ne işe yararsın? Bir işin ucundan
tutmuyorsun!” dan başka bir şey değildi. Yani abartmaya gerek yoktu bu lafı,
bizim bildiğimiz bunları her ana-baba söyler, hatta iki laflarından biri
budur. Ancak başta dedik ya
“Babiş şu sıralar iyi laflar edip iyi şeyler yazıyor,” diye, durum böyle
olunca, “Kızım sen ne işe yararsın?” sorusuna, her zaman “Ben bu evin
neşesiyim!” yanıtını verdi! “Evin neşesi”ni kim kaçırmak isterdi ki?
Artık okul açılacaktı.
Dersler, arada dershane, bütün bir yıl gece
gündüz testler, stresler;
ardından sınav ki, stresi ağırdı. Bu arada
boş durulmayacak, yeni
yemekler yapmak için gezilecek, görülecek,
tadılacak; mönümüzü
zenginleştirmek için çaba gösterecektik!
Siyez Bulgurlu Patlıcanlı
Pilav
Kızımız ders çalışıyordu.
Biz de başıboş kaldığımız bu zamanlarda
İstanbul’da kendimize
günübirlik turlar düzenliyor, bazen de bir iki günlük kent dışına kaçamaklar
yapıyorduk. İşte böyle bir zamanda Kastamonu’ya gittik. Bayıldık. Babiseyemekler.blogspot.com’da
uzun uzun yazdık. Havasından, suyundan, mis kokulu, bülbül şakımalı
ormanlarından, özellikle de 812 çeşit sayılan mutfağından söz ettik.
Bir arkadaşımıza eşlik
ettiğimiz o gezide, misafir edildiğimiz
Kavun köyünde de öğlen
yemeğinde Kastamonu’nun pek ünlü
etli ekmeği yedirilerek
ağırlandık. Yemekten sonra bir de diş
kirası verilip koltuğumuzun
altına bir torba siyez bulguru sıkıştırıldı!
Bu kibarlığa teşekkür ettik,
ancak Kastamonuluların siyez bulguru ile yaptıkları ayranla pişen, içinde
çeşitli otların bulunduğu ekşili bulgur dedikleri pilavın tarifini almayı
unuttuk. Neyse ki bir blogda, siyez bulguru ile yapılan patlıcanlı bulgur
pilavı tarifi imdadımıza
yetişti de getirdiğimiz bulguru deneme fırsatı bulduk. Gerçi kızımız, pilav
piştiğinde sıcak sıcak tadına bakmadı ama “Olsun, nasıl olsa en kısa zamanda
siyez bulgurunu tatmak isteyecektir,” diye düşündük.
Şimdi isterseniz bu muhteşem
pilavın önce malzemelerini
sonra da tarifini verelim,
bir de bakarsınız sizin de yolunuz bir gün Kastamonu’ya düşer, siyez bulguru
alır, dönüşte de bu tarifi uygularsınız.
Malzemeler:
- Siyez bulguru, patlıcan,
domates, sarımsak, soğan, kuru acı
biber, kuru nane, karabiber
ve tuz.
Hazırlanışı:
- Bol zeytinyağında, önce soğanı,
sonra sarımsağı pembeleşinceye
kadar kavuruyoruz.
- Alacalı soyulmuş ve küp
küp doğranmış patlıcanları ekliyoruz.
İsterseniz patlıcanları
tuzlu suda bekletip sonra sularını
sıkıp ekleyebilirsiniz.
- Rendelenmiş iki üç domates
ekleyip tencereye, çeviriyoruz
bir iki.
- Bir tane iri, acı kuru
biber ekliyoruz.
- Domatesler suyunu çekince,
önce ayıkladığımız (içinde taş
olabiliyor) sonra
yıkadığımız siyez bulgurunu tencereye koyuyoruz,
beş altı kez karıştırıyoruz
içindekilerle birlikte.
- Ardından fazla değil
yeterince (üstüne çıkacak şekilde)
sıcak su ekleyip önce harlı,
sonra kısık ateşte pişiriyoruz pilavı.
- Dinlenmeye bırakırken de
kuru nane ve karabiber eklemeyi
unutmuyoruz.
Hamiş, siyez buğdayı on bin
yıl önce insanoğlu daha göçebe-
avcı-toplayıcı iken,
yerleşik tarıma geçip de ilk ektiği
yabani buğdaydan sonra elde
ettiği iki buğday türünden biri.
Yani biri siyez (triticum
monococcum) diğeri gernik (triticum
dicoccum). Daha fazla bilgi
istiyorsan lütfen bugday.org’a ya
da siyezbulguru.com’a bak.
Ekonomik Krizi Pirpirimle
Atlattık!
Bir zamanlar dünyada ağır
bir ekonomik kriz vardı ve bizim
memlekete daha gelmemişti
Ancak gelir korkusuyla telaşa kapılmış
“Memlekete gelmez ama bizim
eve mutlak uğrar,” deyip, tedbirimizi aldık, ilk mutfaktan başladık! Hem
böylelikle Babiş de “Kriz nedir, nasıl yönetilir?” görsün, öğrensin istedik.
Bahçemizde, Maraşlıların
“soğukluk”, Urfalıların ve de Anteplilerin
“pirpirim”, Taşeli
platosunda yaşayanların “töhmeken” (tohum eken); dedikleri ama yaygın, bilinen
adıyla herkesin “yabani
semizotu” diye adlandırdığı
bitkiden vardı. Her yıl, yaz sonu gibi bahçenin her bir yanında biter; birkaç
ay kalır, kök salar, bir dallanır budaklanırdı ki sormayın. Aklımızdaydı,
gözümüzün önündeydi ama bir türlü ne zaman yemek yapacağımıza karar veremediğimizden
elleşmiyorduk.
Her var olanın bir hikmeti
vardır. Yaradan yarattığını boş yere yaratır mı? Bizim yabani semizotu da dar
günlerin “kriz yemeği” oldu. Bir gün önce “Kızım semizotu yapacağım, yer
misin?” diye sorup onayı aldığımızdan (buna kriz yönetimi denir) gönlümüz ferah,
ellerimiz semizotu dolu, mutfak tezgâhının başına geçtik. Yabaniliğini biraz
olsun hafifletebilmek için önce köklerinden, küçük parmak kalınlığına ulaşmış
dallarından kopardık. Körpe yapraklarını sudan geçirdik! Dinlendiler bir
kenarda... İrisinden bir baş soğan doğradık, orta boy bir tencereye birkaç
kaşık zeytinyağı koyduk, soğanları attık içine ki pembeleşsinler. “Lezzet
verir,” deyip olgunundan bir domates rendeledik. “Renk verir diye de kaşık
ucuyla salça ekledik. Aklımıza, kavurup da derin dondurucuda hazır tuttuğumuz
kıyma geldi, proteindir deyip bir küçük topak da ondan koyduk. “Artık
sırasıdır,” deyince de semizotlarını tencereye doldurduk. Doldurduk ama
fikrimizde kalmış, bir yerlerde okumuşuzdur herhalde; iki kaşık da yıkanmış
pirinç attık üstlerine. Az biraz su, indirmeye yakın da tuzunu kattık.
Misss gibi semizotu
yemeğimiz hazırdı. Bu arada taş fırına kadar gidip “Babiş suyuna banıp banıp
yer!” diye aldığımız dilim dilim ekmeğimiz de vardı. Daha ne olsun? Gerçi “kriz
yemeği” diye yaptığımız semizotu, hesap kitap
yapınca biraz pahalıya mal
oldu ama “Olsun bu daha kriz yönetiminin ilk günleri, zamanla alışırız nasıl
olsa!” dedik. Zil iki kere üst üste çaldı ve Babiş okuldan geldi! Kapıdan girer
girmez, “Karnım çok aç, yemekte ne var?” dedi. “Kriz yemeği semizotu!” yanıtına
pek bir anlam veremedi, “Yoğurt var mı?”
dedi. Tepsisini alıp TV’nin
karşısına geçti. Biz de bakkala telefon edip, orta boy kaymaksız yoğurt sipariş
ettik. Yemek bitti. “Her zamankinden ekşiydi,” yorumunuyaptı Babiş. “Bu gerçek
semizotu, tadı ondan ekşi… Urfalılar
buna ‘pirpirim’ der…” dedik!
Bize de “İnşallah kriz daha da derinleşmez,” temennisinde bulunmak kaldı!
Bir Saray Yemeği: Mahmudiye
Kızımızla yaşadığımız yirmi
yılda, söz konusu yemek olunca önce önerimizi dile getirir, ardından da
“Olur yerim,” yanıtını beklerdik! Babiş titizdir, olur olmaz her şeye “Yerim,”
yanıtını vermezdi. Bir gün çalıştığımız televizyona yemek haberi yapmak için mutfağından
örnekler pişiren bir lokantaya gittik. Mutfağa da girdik. O sırada pişirilecek
olan yemeğin malzemesini, pişirilme tekniğini öğrenmeye çalıştık ki “Belki gün
gelir Babiş’e de yaparız,” Yemeğin adı
“mahmudiye” idi. Padişahlar için pişirilen bir saray yemeği imiş ve muhtemel ki
padişahlardan birinin adını almış olabilir. Örneğin 2. Mahmut’a pişirilmiştir “hünkârbeğendi”
gibi bunun da adı da “mahmudiye!” olmuştur!
Pişirilmesini şöyle izledik
- Tencereye önce sıvı yağ
konuluyor, ardından da küp küp
doğranmış kuru soğanlar
birlikte kavruluyorlar.
- Yağın ve soğanın yanına,
iri iri doğranmış tavuk ilave ediliyor
ki tercih edilen birkaç
parça göğüs eti.
- Bunlar bir süre
kavruluyor. Tavuğun piştiğinden emin
olunca da içlerine kabuğu
soyulmuş badem ilave ediliyor.
- Ardından bir üçlü devreye
giriyor: Kuru kayısı, kuru incir
ve toz şeker… Bir sürü tatlı
yiyecek yani…
- Sırayla tencerede pişmekte
olanlara kuru kayısı, ardından
incir, ardından bir miktar
şeker ve iyice hemhal olduklarına
kanaat getirdiğinizde de
yeterince sıcak su, bir de kabuk tarçın
ilave ediliyor artık geriye
suyunu çektirmek kalıyor.
Mahmudiyeyi Babiş’e
pişirdik.
Yedi ve “Eline sağlık, güzel
olmuş ama ben tatlı yemek sevmiyorum,
benim favorim ekşili
yemekler!” dedi. Bir tencere mahmudiye ile baş başa kaldık!
İnsan İlişkileri İhmale
Gelmez!
Yaptım oldu anlayışıyla
hiçbir yere varılmaz! Nitekim varılamadı. “İyi gidiyor sandığımız ilişkimiz
meğerse alttan alta, ocakta unutulmuş tencere gibi kaynıyormuş! Kaç zamandır çalıştığımızdan,
haliyle pişirme ve yedirme işleri de eskisi kadar mükemmel gitmiyordu! Haftada
bir alışveriş yapıp dolaba bir şeyler koyuyorduk. Babiş de canının çektiğini
çekip alıyor, pişiriyordu. Biz de bir şekilde karnımızı doyuruyorduk!
Düşüncemiz, “Ne bulduysak yiyoruz, karnımız doyuyor, şükürler olsun!” idi.
Ancak kızımız öyle düşünmüyormuş!
Mutfağı ağlatmışsın!”
Ayıptır söylemesi, birkaç
zamandır dolabımızın derinlerinde, ’’Eti daim yumuşak olası” kasabımız
Hulki’nin armağan gibi verdiği üç parça inciğimiz vardı. “Bir gün denk gelir
Babiş’e arpa şehriyeli incik pişiririz,” diyorduk, nitekim o gün geldi çattı
ki, “İncik yer misin?” sorusu yanıtsız kalmadı, kabul gördü, pişirdik!
Reçetesini size de vereceğiz ama kafanız karışmasın diye hemen belirtelim ki
türlü çeşit kuzu incik tarifi var ve hepsi de uygulanıyor ancak kimsenin
şikâyeti yok! Bizimkisi ise uydurmamız!
Üç dört parça inciği (bu
seferki kemiksizdi), beş altı bardak
suda haşlıyoruz baktık ki
bıçağın ucu ta derinlere kadar rahat
rahat iniyor, kalan suyu bir
kaba alıyoruz ki eti kavuralım, iki
yemek kaşığı tereyağında
çevirelim az biraz sonra da yarım yemek kaşığı salça (ev yapımı) ve artan suyu
ekleyelim!, Arpa şehriye, yarım paket kullanıyoruz. Tencerenin
başından hiç ayrılmadan şehriyelerin ve inciklerin pişip pişmediklerini arada
kontrol ediyoruz ve sonunda pişiyor. Nitekim bizimki de pişti! Bu arada
şehriyeli kuzu inciğin yanına bir de sarımsaklı cacık ekledik. Yakıştı. Masayı
Babiş kurdu hemen oturduk! Kızımız bir yandan yemek yedi bir yandan söylendi.
“Çoktandır dalga geçiyordun,
bu sefer var ya kendini
aşmışsın!” dedi ve son noktayı özlü sözüyle
dile getirdi. “Mutfağı
ağlatmışsın!” Lafın ardından da tabağımıza yöneldi, ağır aksak yiyen babasının
hızından faydalandı “Kaç çatal yürütebilsem kar kardır,” dedi! İnciğin
tabağımızda kalanını da ağzına attı!
“Babalar masallarla baba
olur!”
Babalar masalları, önce
kendilerini “baba” yerine koyarak okur sonra sonra “Ama babaaa! Niye Filsi
kapıyı aççmışşş, surpiz mi bozulmuş?” sorularını duya duya baba olur! Ne
güzeldir baba olmak… Tam da “Uyudu sonunda!” derken uyandığını görmek, her gece
ama her gece bıkıp usanmadan ona masal okumak… Üstelik hep aynı masalı, bazen
ezberden, bazen uykulu, bazen sayfa atlayarak, bazen de satırı satırına
ezberinizden okumak
ve “Filsi’nin doğum
günüymüş, annesi ve babası bunu biliyor, o bilmiyormuş. Odasında oyuncaklarıyla
oynuyormuş!” demek ne güzeldir?
“Baba, bu gece sen beni
uyut!’’
Babiş’e okuduğumuz masalları
unutalı çok oldu. Ancak masalları
Babalar unutur, çocuklar
değil! Her gece uyumadan önce gelip sizi öpücüklere boğan, ancak ondan sonra
odasına çekilen;
sizin; “Artık büyüdü artık
canım genç kız oldu,” dediğiniz çocuk, bir
gece “İyi geceler,” demek
için gelmez. “Baba, bu gece sen beni
uyut!” diye seslenir odasından.
Yatağında der top olup, yorganının
altında kaybolan çocuğu
bulmak, size unuttuklarınızı hatırlatır. Yeniden “baba” olursunuz. “Eskisi gibi
sokul yanıma, bana Filsi’yi oku,” der.
“Baba, babacığım, baboş…”
Çocuğunuz size nasıl
seslensin istersiniz? “Baba!”, “Babacığım!”
belki çok çok “Babiş!” Hadi
diyelim biraz daha ilerisi “özel”
bir sesleniş. Bizde ise
durum epeyce farklıydı. Bir sürü ismimiz
vardı yerine ve zeminine
göre… “Babaaa”nın anlamı açık… Ya
bir kabahat işlemişiz ya
işlemek üzereyiz; ya da yardıma çağrılıyoruz…
“Babacığım!” ise hemen hemen
hiç duymadığımız bir seslenişti, nadirdi kulağımıza çalınışı. Babiş!” ise
sevimlilik ifadesiydi, ne kadar sevildiğimizi anlıyorduk hele ki “Memoş!”
denilince keyfimize diyecek yoktu o zaman…
“Güzellik kadın için
önemlidir hacı!”
Uzun yıllar boyunca
kızımızın hiçbir şeyine “Hayır,” demedik, gün geldi eline aldığı boyalarla evin
kapılarını duvarlarını boyadı, “Ne yapmışın sen?” demedik! Bulup buluşturup
gönderdiğimiz basketbol, voleybol, yüzme, tiyatro, resim, orta öğretim,
üniversite kurslarını yarım bıraktı, “Aklın başında mı?” demedik… “Kuru fasulye,
nohut pişirdiğimizde yemedi, “Sen ne şımarık çocuksun!” demedik… Köpek isteyip
de bakımının üstümüzde kalacağını bile bile “Hayır!” demedik. “Arkadaşlarımla
Avrupa’yı dolaşacağım,” dediğinde itiraz etmedik. Yurtdışında okumak istedi,
peki dedik. Bir tek solaryuma gitsin istemedik, ona da “Hayır!” dedi. Gerekçesi
de “Güzellik bir kadın için önemlidir hacı!” oldu.
Şehriye Aşkı
Dinlenmesini bilene bir
günlük tatil bile çoktur, hakkını verirsen on günlük mavi yolculuğa eşittir ki
bir yıl yeter insana! Bir yıl geldi, işte o zindelik içinde bulduk kendimizi ve
bu yıl
bizim için çok önemliydi.
Babiş dershaneye başlamıştı, okul birkaç güne kadar açılacaktı ardından dersler
dersler; dershane, bütün bir yıl gece gündüz testler, stresler… Ardından sınav.
Bu arada biz boş durmayacaktık. Mutfağın mönüsüne yeni reçeteler eklemek
gerekiyordu. Gezilecek, görülecek, et ve balık ağırlıklı yemekler geliştirilecek,
daha neler daha neler? “Tavuk beyti” katmıştık mönümüze, son zamanlarda çok
sevdiğimiz arpa şehriyeyi önümüze gelen her ete katma alışkanlığını edinmiştik.
Bizi kontrol altına almak üzereydi, durduramazsak şehriye iştahımız bir
felakete yol açacaktı.
Çocukları, beğenileri
doğrultusunda doyurmak zordur. Evimizde çok sevdiğimizden mercimek ve tavuk
suyuna çorba
haftada bir pişerdi. Bu iki
çorba çok basittir. Ancak ikisinden
birini pişirdiğimizde farklı
eleştiriler alırdık.
“Ekşisi az!”
“Çok sıcak!”
“Suyu az olmuş!”
“Nefissss!”
Bir gün tavuk suyuna çorba
yaptık. Ancak “bir değişiklik
olsun” diye tavuğu önce
haşladık, sonra tereyağında kızarttık, kızartırken de haşlama suyuna salça
ekledik. Sonuç: “Ben sade tavuk çorbası seviyorum. Bir daha böyle yapma!” oldu
ve bir daha Babiş’e salçalı tavuk çorbası içiremedik! Mis gibi tavuk çorbaları
bize kaldı limon sıkıp doya doya içtik.
Sonunda İstemediğimiz Gün
Geldi
Kızımız ortaokulu “iyi’’
okullardan” birinde okudu. Ardından üniversite için sınava girdi. Bu kez
kahvaltı için özel şeyler istemedi. Beraber sınava gittik, birkaç hafta sonra
sonuçlar geldi ki yine yapmıştı yapacağını ve ülkenin yine “iyi” okullarından birini
kazanmıştı. Ancak “Baba ben Amerika’ya gitmek istiyorum, tekstil okuyacam!” dedi ve yine
“Hayır!” demedik. Bir ay sonra da gitti! Sevgili kızımızı, canımızı,
yurtdışındaki okuluna yolcu ettik. Dile kolay yirmi yıllık “ev arkadaşımız”,
tenceremizin kaşık ortağıydı, yemeklerimizin ilk elden eleştirmeniydi. Gidince aklımız
hep onda kaldı. Ne yiyecek, ne içecekti? Babasının “sağlıklı” mutfağını,
birbirinden “nefis” yemeklerini özleyecek miydi? Gerçi onu tanıyorsak
yemeklerimizi özlerdi özlemesine de “Lamborghini ve Ferrari’den daha güzel”
çeşit çeşit pizzaları,
hamburgerleri, hot dogları,
pomfrit, burrito ve taco gibi Meksika yemeklerini; Uzakdoğu yemeklerini
denemeden de duramazdı. Ancak dileğimiz oydu ki, “İnşallah meraktan yılandı
çıyandı yemez; çekirgeyi, karıncayı çekirdek yerine çıtlatmaz. (Meksika pazar
yerlerinde atıştırmalık diye satılır.) Kedi köpek yahnisini denemeye kalkmazdı?
Yapacak bir şey yoktu, “kuş” yuvadan uçmuştu ve ne bulursa onunla beslenecekti!
En çok klimalardan şikâyetçi
oldu! Uzakta, gurbet ellerde ev işi de yapıyor,
bulaşığı elde yıkıyor,
çamaşır için “laundry palace”a gidiyor, kendi evini kendi temizliyor (tıkanan
lavabo bile açıyor), markete alışverişe gidiyor, en “uygun” fiyata yiyecekler
alıyor, her gün farklı bir yemek pişirebilmek için düşünüyor, işin içinden çıkamazsa
hazır yiyeceklerle karnını doyuruyordu. Günde iki saat yürüyerek, karda kışta
okula gitti; yaz kış çalışan klimalardan
çok şikâyetçi oldu, “Aman
kızım bedenleri alışık; her zaman yanına örtünecek bir şey al sakın üşütme
oralarda sonra tavuk çorbası yapacak bulamazsın!” dedik sözümüzü
dinledi, kışı az hastalıklarla atlattı.
Babiş Misafir Ağırlıyor
Kızımızla her gün ya Skype
ya Whats App ya da Messenger üzerinden konuştuk. O bize New York’u, okulunu ve
bütün bunlara adaptasyon sürecini anlattı; biz de ona İstanbul’dan söz edip,
“Bugün hava çok sıcaktı,” ya da “Bugün hava serinledi,” der hava raporu
verirken, arada da eşsiz İstanbul manzaralarını, gezip tozduğumuz yerlerin
çektiğimiz fotoğraflarını yolladık!
Sosyal medya üzerinden süren
bu baba-kız ilişkisi ve muhabbet zaman zaman karşılıklı yemek atışmalarına da
sahne oldu!
“Alternatif Yemek
Denemeleri” yazımızı okumuştu. “Vay
demek mercimek köftesiyle
yapmaya çalıştığın içli köfte başarılı
olmadı ha? Tüh tüh tüh!”
sataşmaları başladı ve ardından haberi
verdi: “Cumartesi günü
misafir ağırlıyorum! Mönüde de brokoli
çorbası, mantarlı et, püre
ve tatlı olarak kek var!” dedi. Bu sözler üzerine cumartesi gününü iple çektik,
kızımızın ilk kez misafir ağırlayacağı günden yüzünün akıyla çıkması için dua
ettik!
Amerika’ya Tarifler Uçurduk
Oranın saati yediydi. İnsan
ebeveyn olunca ve yanında da olmayınca haliyle çocuğunu özlüyor. Aradık!
İstedik ki sesini duyalım.
“Baba ne var? Şu an
konuşamam! Köfte yoğuruyorum. Buranın kıymaları da bir tuhaf, yağsız! Hiçbir
şeye benzemiyor! İçine ne konuyordu bu köftelerin?”
“Kızım sabahın yedisinde mi
köfte yoğuruyorsun?”
“Evett! Yapıp buzluğa
koycam. Arada çıkarıp çıkarıp yeriz!”
Babiş gün geldi çok özlediği
mercimek çorbası ve “kâğıtta balık” tarifini de istedi. Gönderdik.
- Sevdiğin bir balık al ama
unutma biraz etli olsun. Somon
olur mesela ya da bizim
buralarda bilmediğimiz ama sizin orada
ne varsa…
- Eve gelince balığı yıka
ama keseler gibi uzun uzun değil
sadece suya tut ve süz.
- Ardından mutfak tezgâhına
alüminyum folyo ser.
- Balığı üstüne yatır.
- Birkaç parça fındık
büyüklüğünde tereyağı ekle yanına.
- Az tuz serpmeyi de unutma…
- Şimdi yapacağın balığı
paketlemek. Dört bir yanından
kıvıra kıvıra yap, dikkat et
hava alacak bir deliği kalmasın ki
balık ocak üstünde kendi
buharı ile pişsin.
- Ocağı önce harlı yak,
üstüne büyük bir teflon tava koy.
- İçine paketi yerleştir.
- Sonra ocağı kıs.
- Balık 5-6 dakika yavaş
yavaş pişsin, biraz sonra paket bir
balon gibi şişecek. Sonra
ocağı kapatırsın. Afiyetle, sağlıkla ye…
Babiş’e Yemekler On Yılını
Doldurdu
Birkaç yıl bloğa yazı
koyamamıştık çünkü kızımız birlikte yaşadığımız Babiş, okumak için iki yıl önce
gitmiş, yazacak bir şey kalmamıştı! Ancak hayatımızda kızımız varsa, yazacak
şeyler her zaman olacaktı. Nitekim bir akşam Babiş sevinçli haberi verdi: “Okul
tatile giriyor, izin de alacam, geliyorum hazırlan!” dedi ve der demez de
talimatlarını vermeye başladı. biz de hemen eylem planımızı hazırladık.
“iyi” bir yemek için mekân
araştırması yapılacak
“İncik alınacak!”
“Mantı alınacak!”
“Nar kaldıysa alınacak!”
“Yuvalama köftesi
bulundurulacak!”
“Yaprak sarması için
antrenman yapılacak!”
“Uyduruk çiğköftelerden
yemesin diye yeni taktikler geliştirilecek!”
“Yeşil erik, çilek göz
önünde bulundurulacak, fiyat takibi yapılıp, Babiş gelene kadar ucuzlamaları
için dua edilecek!”
Bu arada Babiş, sadece
talimatlarıyla yetinmedi; sık sık sözlü ve yazılı rapor istedi ki elinde
belgeler olsun. Ancak biz de boş durmuyor kendimizi geliştirip çağa ayak
uydurmaya çalışıyorduk. Telefonumuza bir uygulama indirip konuşulanları kayıt
altına almaya başlamıştık.
“Napıyon?”
“İyi!”
“Umarım hazırlık
yapıyorsundur?”
“Yapmam mı? Üç gün üç
gecedir hazırlıklardaydım! Senin
için bugün Pera Müzesine
gittim (kültürel hazırlık)…”
“Başka?”
“Canım Ciğerim’e uğradım
(ciğer hazırlığı)”
“Geçen gitmiştik, ciğerleri
kokmuştu!”
“O senin dediğin Hulusi!”
“Haa unutmuşum.
Karıştırdım.”
“Hulki’den et alındı
(gırtlak hazırlığı)”
“Wovv!”
“Bana kaymaklı lokum al!”
“Olur alırım, listemde
vardı. Bu arada hazırlıklar Osmanlı düğünlerini bile geçti! Sana sahan
yağması bile yapacam!”
“O ne bee?”
“Google’a bak!”
“Baktım bulamadım!”
“Eee, abuk sabuk şeylere
bakmaktan kafan sulanmış belli!”
“Sen başka neler yaptın, onu
anlat! Erik istiyorum.”
“Mevsimi diye yeşil erik,
taze sarımsak ve kuzu etiyle erik
Aşı yapacam!”
“Hımmm, iyi çalışmışsın.”
“Yarın pazar var. Çilek,
kiraz, erik de alırım.”
“Peki, hacı mantı
yiyecektik?”
“Beyoğlu’nda bir mantıcı
buldum!”
“Güzel!”
“Yalnız evi havalandıramadım!”
“Niye ki?”
“Kurbağalıdere kokuyor
ondan! Artık gelince belediyenin
beyaz masasına şikâyet
edersin, bu da benim suçum değil, onlara sorarsın.
İki Yudum Bira
Sevgili kızımıza yıllar
süren ve de kesemizi epey zorlayan, bu uğurda ev bile sattıran bir eğitim
aldırmaya çalışmıştık. O da bunu karşılıksız bırakmadı. Üç yılın ardından
Fashion Instute Technologyden mezun oldu.
O geceyi bilgisayarın
başında, internetten canlı yayımlanacak diploma törenini bekleyerek geçirdik.
Okul arkadaşları sırayla diplomalarını aldı ve kızım “Betim Sarak” diye anons
edildi!
Biramdan bir yudum aldım.
“Sonunda Babiş’le bu işi de başardık!” Dedim, özyaşlarına boğuldum!
Kendime geldiğimde “Canım
kızım iyi ki varsın, iyi ki benim kızımsın. Bugüne kadar yedirdiklerim,
içirdiklerim, giydirdiklerigezdirdiklerim; hatta kozmetik paraları bile, sana
helali hoş olsun!” dedim kalan biramı da yudumladım bitirdim.
Babiş okulun ardından
Amerika’da bir süre çalıştı. Kazancı ev kirası ve market giderini karşılamaya
ancak yettiğinden, ülkesine dönmeye karar verdi! Nasıl olsa burada da kira ve
market için çalışacaktı! Döndü!
İşten el çektirildik!
yaptığı, ilk iş evimizin
kiracısına, “Lütfen evden çıkar mısınız, biz oturacağız,” demek oldu! Ardından
da duruma el koydu, boya badana işlerini başlattı. Bitince de evin eksiklerini
gidermede, dekorasyonun tamamlanmasında “tek yetkili” olarak karar verdi. Uzanacak
divanlar, perdeler, havlular, çarşaflar alındı. Birkaç ay içinde taşınıldı.
Ancak bu kez köprülerin altından çok sular akmış, rollerimiz değişmişti. Onun
CV’si ağır bastığından, Yaradan tarafından işten el çektirildik, görevli
olmamıza karar verildi.
“İhtiyar balığı unutma!”
İlk günler çarşı pazar
işleri yaptık. “Getir götür” ile ilgilendik! “Artık sebze ağırlıklı beslenelim;
ıspanak, semizotu, taze fasulye, bezelye alalım,” denildi. Elimize listeler
tutuşturulup, markete yollandık, sıkı sıkıya da tembihlendik: “Balığı unutma
ihtiyar, meyve de al, kalmamış!” diye kulağımıza küpeler takıldı!
Kısa bir sürede kredi
borçlarının yapılandırılması görevi de bize verildi, onda da başarı gösterince
gelir getirecek projeler bulmamız, hayata geçirmemiz istendi. Yurtdışından geri
ödemesiz kredi bulduk! Ardından da devlete kendimizi hatırlatarak, emekli olup
aylık bağlattık!
Aradan kısa bir zaman geçti “yöneticimiz” kendine iyi bir iş buldu ve evden taşındı. Şimdi arada bir uğruyor. Özlediği kuzu incik, yuvalama yapılıyor. Bazen de demir döküm tavada ya pirzola ya da takoz palamut pişiriliyor! Olmadığı zamanlarda ise sevgili kızımıza iyi bir eş, kendimize de dede olmanın tadını çıkaracağımız bir torun için dua ediyor; bir de on beşten on beşe değil de insafa bırakılmadan kızımızı görmek istiyoruz!
“Nasıl bir baba olduk?”
Bilmiyoruz ki! “İyi baba”
nasıl olunur? Zaten iyi de göreli
bir kavram, kişiden kişiye
değişir. Kimine göre “İki kap yemek pişirmekle iyi baba olunmaz…” Kimine göre
çocuğuna yıllarını verendir baba olan, kimine göre de arkasına bile bakmadan
kaçıp giden, en azından ”baba“ denilendir! Biz elimizden geleni yaptık.
Tek başımıza bir kız
büyüttük. Şükürler olsun!
İki kap yemek
Beyefendi
kızınız oldu mu
pişirdiniz
gönderdiniz
beyefendi
kızınız oldu mu
okudunuz
uyuttunuz
beyefendi
kızınız oldu mu
beklediniz
ağladınız
beyefendi
kızınız oldu mu
sevdiniz
sevildiniz
beyefendi
sizin hiç kızınız oldu mu?
Kalamış 20017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yorum yazın
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.