Perşembe

istanbul'da kaybolmak!

bizim bu kente dair, aşağı yukarı kırk yıla yakındır her sabah ve her akşam yaptığımız, bizden başka kimselerin pek bilmediği farkına da varmadığı bir keyfimiz var!

sabah “körler ülkesi”nden vapura biner, açıkta sol yanına oturur, asya’dan avrupa’ya deryalar denizler geçerek gider, giderken de tarihi yarım adanın yani sur-i sultani’nin, ayasofya'nın sultan ahmet'in  siluetini seyrederiz, bıkmadan usanmadan her sabah ve her akşam!


bizim bu kente dair, aşağı yukarı otuz yıldır her kendimize ayırdığımız zamanda yaptığımız, şimdilerde kimi gönüllülerin de katıldığı bir keyfimiz var!

çoğunlukla tarihi yarım adada ya sur-i sultani’de, harem'de, at meydanı'nda, beyazıt'ta ya da “altın boynuz”da, arada sırada cadde-i kebir’de, bir yaz akşamı bir kış günü, bir de “erguvan zamanı” bir de “göç zamanı” bir de “dolunay zamanı” içinden bir o yana bir yana suların aktığı kıyılarda, kavaklar’da, prens adaları’nda kayboluruz!

bizim bu kente dair, ne bulursak yazılmış çizilmiş okumak, seyretmek ve de dinlemek gibi bir keyfimiz var!

kimi zaman bin bir yüzünü, saraylarını, camilerini, kiliselerini okuruz kimi zaman efsanelerini dinler kimi zaman yer üstünü kimi zaman yer altını merak eder, bulur buluşturur bir araya geliriz!

bizim bu kente dair, her karnımız acıktığında her canımız çektiğinde yaptığımız bir keyfimiz var!


bazen denk gelir nohutlu pilav bazen bir koca karının tenceresinde ne varsa bazen bir cam kenarında ince kıyım roka yanında bir yudumla nefsimizi köreltiriz!

bütün bunları niye yazdık? sevgili brajeshwari’nin, “benim istanbul’u sevmem gerek!” demesi yüzünden!

işte size istanbul! işte size istanbul’da kaybolmak için bir fırsat! işte size istanbul’u sevmek için bin bir neden?

kim bilir belki gün gelir “sünbüli” bir havaya rastlar, ilk önce kaşar-simit kahvaltı eder, üstüne kaymaklı lokum yerken yeni cami’yi seyreder, “en güzel butik cami”yi keşfe çıkar, çinilerine, sedeflerine el yüz sürer, niye “az biraz karanlık” oluşunun dedikodusunu dinlersiniz!


kim bilir belki bir gün börek-çörekle gezmeye başlar, bir ayazmada şifa diler, az ileride öğlen namazına denk gelir, enderun ezanı dinler, köfte, piyaz, irmik helvası karın doyurur, kahveyi yeşil ev’de içer, hipodrom’dan kalma çeşmeleri uzaktan gözler, paşa’nın sarayına çıkıp bin yıl önceki at yarışlarını hayal eder ya beyazları ya kırmızıları ya da yeşilleri kim bilir belki de mavileri tutarsınız!

istanbul’da kaybolmaya var mısınız?

sağlıkla...

(*) hamiş, biz her hafta sonu kayboluyoruz, bekleriz! “haftaya geliyorum!” diye kayıt yaptırman yeterli!

3 yorum:

  1. geliyorum ben !
    fotograf makinemi de getiriyorum.... :))
    yuppi..!

    YanıtlaSil
  2. daha güzel anlatılamazdı!
    İstanbul, her gün kendinden bir "an"ı ile nefret ettiren ama aynı zamanda bir "an" ile kendini sevdiren şehir! boğazı, vapuru, sahili, adaları, tepeleri değişilmez başka şehre kolay kolay! karmaşasında bile bir düzen var bu şehrin!

    YanıtlaSil
  3. İstanbul çok güzel her yanı görülmeye değer ama ben kalabalığını sevmiyorum desem bana kırılır mısınız bilmem. Ben bir kaç gün gezebilirim ama sonra İzmir' imin körfez vapurunu, mis kokulu çıtır gevreğini, meltemini özlerim. Yok bence İstanbul kalsın bence İzmir daha güzel sevgiyle sağlıkla kalın...

    YanıtlaSil

yorum yazın

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.